“GECEKONDU BAŞKANLIK" REJİMİNE DOĞRU
“ 10 yıllık iktidar dönemimizde bizimle şu ya da
bu şekilde paydaş olanlar, gelecek 10 yılda bizimle paydaş olmayacaklar. . . . geçtiğimiz 10 yıl içinde .
. . özgürlük, hukuk, adalet söylemi etrafında yaptıklarımıza paydaşlar vardı. .
. . diyelim ki liberal kesimler, şu ya da bu
şekilde bu süreçte bir şekilde paydaş oldular ancak . . . inşa dönemi onların
arzu ettiği gibi olmayacak.”
AKP İstanbul il başkanı Aziz Babuşçu bu Nisan
2013’te bu lafları sarf ettiğinde, ne Gezi olayları olmuştu, ne de 17 ve 25
Aralık soruşturmalarının yapılabileceği düşünülebilirdi.
Babuşçu’nun sözünü ettiği “yeni inşa dönemi”
aslında Türkiye’yi, Erdoğan’ın siyasi arzularına göre şekillendirmekten ibaret
“Yeni Türkiye” projesiydi ama henüz kimse bunun farkında değildi. Ardından kimsenin
beklemediği ve öngörmediği Gezi Olayları patlak verdi. Gezi’nin şoku
atlatılamadan bu kez 17 ve 25 Aralık olayları cereyan etti.
30 MART VE 10 AĞUSTOS KAMPANYALARININ ARKA
PLANI
AKP’nin devasa kaynaklara sahip olan propaganda
makinası 10 yılı aşkın bir süredir zaten kutuplaştırıcı bir dil kullanmayı tercih
ediyordu. Bu dil geçen yıl tam bir savaş diline çevrildi. Çünkü kendi kendine
bir efsane yaratan, her şeye hazır ve muktedir olduğu algısını sürekli
pompalayan AKP kampanya makinası, demokratik ve sivil bir refleks olan Gezi
Olaylarını anlayamadı. Gezi’deki özgürlük, çeşitlilik ve gözü karalıktan
korktu. Anlayamadığı ve korktuğu için de ülkede “örtülü bir savaş hali” varmış
algısı yaratmaya odaklandı.
17 ve 25 Aralık soruşturmaları ise AKP yönetimi
ve propaganda makinası için bir başka öngörülemez ve hesaplanamaz şok
durumuydu. Kimsenin tahmin edemeyeceği ölçek ve derinlikteki yolsuzluklar
fotoğrafı belirince, AKP propaganda makinası için tek seçenek kalıyordu: Ortaya
çıkan kirli fotoğrafı tartışmaya bile açtırmamak! Ve tüm cephelerde sonuna
kadar savaşmak!
BİR MOTİVASYON ARACI OLARAK “KORKU”
Böylelikle savaş başlatıldı.
Düşmanlar
kimlerdi: “Eski Türkiye” olarak tanımlanan tüm demokratik çevreler. CHP, MHP,
BDP... Rejimin tüm müesses kurumları; güçler ayrılığı prensibi, parlamenter
demokratik sistem, yargı, emniyet... Gezi ve Gezi ile ilişkili olduğu düşünülen
tüm çevreler... Gençler, iş dünyası, gazeteciler, medya kuruluşları... Yabancı
ülkeler... İsrail, ABD, AB, Suriye, Irak, İran, Merkel, Esad, Sisi, Maliki...
Dış basın; Amerikan TV ve gazeteleri, Alman basını... Ve tabi ki yeni ve en
tehlikeli düşman olarak “Paralel yapı” ve onun ülke içindeki ekonomik ve
kültürel uzantıları...
Savaşın seçmene anlatılacak ana fikri şöyle
tanımlandı: “İçerdeki ve dışardaki açık ve gizli bu düşmanlar, ülkemizin
muazzam yükselişini durdurmak istiyorlar. Yeni Osmanlı hayalimizi yıkmak
istiyorlar. Halkın iktidarını sivil darbe dahil çeşitli fitne ve yöntemlerle
alaşağı etmek istiyorlar. Eğer bu düşmanlar başarılı olursa, senin için bir
gelecek kalmaz!”
Peki ama her cephede girilen bu savaş nasıl
kazanılacaktı? Tabi ki bir savaş kabinesiyle. Tabi ki savaş iletişimiyle. Ve tabi
ki propaganda makinasının en asli elemanları olan medyanın yardımıyla. Artık
liberaller ile iş tutma imkanı kalmadığından en militan, en savaşçı ve en
fütursuz elemanlara medyada payeler dağıtıldı.
Bu bağlamda, Gezi’den sonra işten atılan,
istifa ettirilen gazetecilerin kimler olduğu kadar hangi medya kuruluşlarının
neden ve ne şekilde el değiştirdiği, hangi gazete ve TV’lerin başına kimlerin
getirildiği çok önemlidir. Bu detaylar bir başka yazının konusu olabileceği için
şimdilik sadece değiniyoruz.
ÖNEMLİ BİR “YENİDEN KONUMLAMA” BAŞARISI
Erdoğan için yıllarca itinayla inşa edilen “demokrat,
özgürlükçü ve ilerlemeci dünya lideri” algısı,
Gezi ve 17 Aralık sonrası çökmüştü. Ortaya her türlü anomali sergilemeye hazır
otoriter, kutuplaştırıcı ve intikamcı bir siyasi figür algısı belirmişti. İşte
bu ortamda Erdoğan’ın algısının restorasyonu için bir yeniden pozisyonlama
yapıldı. Erdoğan’ın ortaya çıkan olumsuz algısı “Sağlam İrade” imajı ile
yeniden paketlendi.
Ardından Erdoğan, kendisine ve ülkeye yönelik
komplolara, darbe teşebbüslerine, iç ve dış güçlere karşı savaşan bir büyük kahraman
olarak konumlandırıldı. Bu konumun ikna ediciliği için, “Sivil darbe” gibi akla
ziyan kavramlar, “Eski Türkiye” gibi algılar ve “Paralel Yapı” yeni düşmanlar üretildi.
Mesele bu yeniden konumlamanın ve kavramların
satıp satmayacağıydı. Gerek 30 Mart Yerel Seçim kampanyası ve gerekse 10
Ağustos Cumhurbaşkanlığı kampanyasının özü bu konumlamayı pazarlamaktan ibaret
oldu.
Dünyadaki seçimler tarihini ve demokratik
mücadelelerin arka planını bilenler farkındadır; anormal durumlarda anormal
toplumsal psikolojiler ortaya çıkar. Yarına ilişkin endişe, iç veya dış tehdit,
neslin, soyun, ülkenin geleceğine ait korkular, seçmenler için “umuttan” bile
daha güçlü motivasyon araçlarıdır.
SAVAŞ İLETİŞİMİ
Peki Türkiye’de savaş var mı? Ne zamandan beri bu
ülke bir Darülharp diyarı olarak olarak görülüyor? Ne tür bir savaştan
bahsediyoruz?
Çok şükür bir savaşın içinde değiliz. Ama
ortada gerçek bir savaş yoksa, büyük bir kahraman olabilmek te kolay değildir.
Bunun için savaş hali algısını yaratacak propagandayı üretmek zorundasınız. AKP’nin ve Erdoğan’ın 30 Mart ve 10 Ağustos
kampanyaları bu ana eksen doğrultusunda hazırlandı ve uygulandı.
Dombra Şarkısı, gizli ve karanlık bir elin indirdiği bayrağı halkın göndere yeniden çektiği “Bayrak” filmi ve “Fors” filmi, bu ana eksen doğrultusunda hazırlandı. Bununla birlikte, her iki seçimde de umut duygularını harekete geçirecek projeler de kullanıldı. Ama önceki seçim kampanyalarıyla kıyaslandığında projelerde bir yenilik bulmak mümkün değildi.
Dombra Şarkısı, gizli ve karanlık bir elin indirdiği bayrağı halkın göndere yeniden çektiği “Bayrak” filmi ve “Fors” filmi, bu ana eksen doğrultusunda hazırlandı. Bununla birlikte, her iki seçimde de umut duygularını harekete geçirecek projeler de kullanıldı. Ama önceki seçim kampanyalarıyla kıyaslandığında projelerde bir yenilik bulmak mümkün değildi.
10 AĞUSTOS’UN EN KAPSAMLI KAMPANYASI
Tüm anlattıklarımıza ilave olarak, Erdoğan’ın
10 Ağustos kampanyası rakipleriyle kıyaslandığında en etkili kampanyaydı. 12
yıldır kendisine hizmet eden Erol Olçok, bu seçimde de etkisini gösterdi.
Kampanya logosundan seçim bildirgesine kadar lansmandaki gücüyle devam etti.
TV, basın, outdoor ve dijital mecralar Erdoğan kampanyası tarafından domine
edildi. Rakiplere nazaran daha fazla miting yapıldı, seçmene dokunuldu.
Her ne kadar kampanyanın detaylarında
profesyonel açısından eleştirilecek pek çok nokta olsa da, medya kullanımı o
denli yaygındı ki, bu tür problemler önemsiz kaldı. Erdoğan ve ekibi, seçmenin
korkularını ve umutlarını harekete geçirerek bir büyük mücadeleyi kazandılar.
Erdoğan halk oyuyla seçilmiş 12. Cumhurbaşkanı oldu.
Bununla birlikte 10 Ağustos’ta elde edilebilen
% 51, 7’lik seçmen desteği, Erdoğan ve ekibin için ancak buruk bir sevinç oldu.
Erdoğan’ın kampanyasını siyasi iletişimci
gözünden anlatan bu yazımızla, Cumhurbaşkanlığı süreci ile ilgili
analizlerimizi sonlandırmış oluyoruz. Yeni ve başka konulardaki yazılarda
görüşebilmek dileğiyle.
16 Ağustos 2014, Radikal YeniAkıl köşe yazısı: http://www.radikal.com.tr/yazarlar/necati_ozkan/10_agustos_nasil_okunmali_4-1207083
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder