Necati Özkan ve Seçim Zamanı

8 Mart 2008 Cumartesi

Zurnanın Son Düdüğü


Sizce Ak Partinin seçim başarısında reklam kampanyasının ne kadar rolü oldu? (Zaten Ak Parti reklam kampanyası yapmasaydı da birinci parti olacaktı) Reklam kampanyasındaki hangi faaliyetlerin daha etkileyici olduğunu düşünüyorsunuz?

Seçim gününden aylar önce AKP’nin birinci parti olduğu ve 22 Temmuzda da birinci parti olacağı biliniyordu. Çeşitli araştırma şirketleri tarafından yapılan araştırmalar bu konuda söz birliği ediyorlardı. Araştırma şirketlerinin yanısıra, kaynaklarına itibar edilen kimi güç odaklarının yaptırdığı çalışmalarda ve ulusal yada uluslararası otoritelerin araştırmalarında da durum aynı paraleldeydi. Bunda hiç kuşku yok.

Dahası, siyasi pazarda AKP’nin üstünlüğü yeni bir durum değildi ve seçimin arefesinde ortaya çıkmamıştı. 2002 seçimlerinde elde ettiği ezici üstünlükten sonra, 2004 yerel seçimlerinde AKP, oylarını daha da artırmıştı. O tarihten sonra ise, gündelik yaşamlarına müdahale edilmemesi ve ekonomide sağlanan başarılarla AKP’ye karşı nötr durumdaki kimi seçmen kitleleri ikna edildi ve AKP’nin seçmen desteği arttı. 2002- 2007 döneminde AKP’nin siyasi pazardaki bu liderliğini sarsacak dikkate değer her hangi bir gelişme de yaşanmadı.

22 Temmuz’u yaratan şartlardan önce durum nerden bakarsanız bakın, objektif olarak böyleydi. Cumhurbaşkanlığı seçimlerinden önce yaşanan olayları, AKP’nin dominant pozisyonunu sarsmaya ve pazar liderliğini bertaraf etmeye dönük “Toplum mühendisliği” girişimleri olarak algılamak gerek. Yani, siyasetin içindeki ve dışındaki güç odakları, yukarda anlattığım verili durumun pekala farkındalardı ve bu durumu değiştirmek, kendi lehlerine çevirebilmek için harekete geçtiler, ittifak yaptılar.

Cumhurbaşkanının seçilebilmesi için meclisteki oturumda 367 milletvekili aranması gerektiği yorumu, Cumhuriyet mitingleri, e-muhtıra, Anayasa Mahkemesi’nin kararı, Merkez Sağ’da daha doğmadan ana rahminde ölen DP girişimi, Merkez Sol’da zorla gerçekleşen birleşme, muhalefetin demokrasi dışına çıkan eylem ve söylemleri vs, vs.. Tamamı, Cumhurbaşkanlığını da ele geçirmesi halinde AKP’nin sistemi kökünden sarsacak bir güce erişeceği öngörüsüyle ortaya çıkan ve durumu peşinen engellemek için sarfedilen çabalardır.

Tüm bunlardan AKP’nin seçim başarısında yürüttüğü siyasi reklam kampanyasının bir rolü yoktur sonucu çıkar mı? Hayır çıkmaz, çünkü AKP’nin birinci olacağı belliydi ama yüzde kaçla birinci olacağı net değildi:

Siyasi iletişimle ilgili araştırmalar yapan, bu araştırmalarda seçmen kararını etkileyen faktörleri ölçen çeşitli otoriteler, doğru planlanmış, zamanının ruhunu doğru yakalamış, doğru medya kullanımı ve yaratıcılıkla kotarılmış çok etkili bir kampanyanın bile seçmen kararına etkisinin maksimum % 4 civarında olduğunu söyler. Bir kısım otoriteler ise bu oranı dahi abartılı bulurlar.
Eğer gerçekten de siyasi reklam kampanyalarının azami etkisi böyleyse, AKP’nin yaptığı siyasi reklam kampanyasının, % 46.5’luk başarıdaki payı ne kadardır? Elimizde herhangi bir veri olmadığı için bunun oranını kestirebilmemiz mümkün değil. Lakin, kampanyanın bir etkisinin olmadığını söylemek te akla aykırıdır.

Reklam kampanyası parti odaklı mı yoksa lider (Recep Tayyip Erdoğan) odaklı mı planlandı? (her ikisi de mi?) Sizce kampanya ne üzerine kuruldu fikir olarak?

Başından beri AKP ile ilgili kamuoyu araştırmaları, seçmenin partiden ziyade liderine rağbet ettiğini ortaya koymuştur. Çoğu kez, lidere olan desteğin, partiye olan destekten iki kat daha fazla olduğu kanıtlanmıştır. Belki de, Recep Tayyip Erdoğan yerine Abdullah Gül’ün Cumhurbaşkanlığına aday gösterilmesinin ardında yatan gerçek neden budur.

Bu gerçekten hareketle ve son derece isabetli biçimde AKP kampanyası, lider odaklı bir kampanya olarak yapılmıştır. Kampanya, Erdoğan iktidarında yapılanların detaylı bir envanteri gibi algılanabilir. Bu enventerle, seçmen zihninde “yaptıklarımız yapacaklarımızın teminatıdır” düşüncesinin şekillenmesi arzulanmıştır. AKP kampanyasında, lider fotoğrafı en belirgin unsurdur. Parti amblemi ve bayrak gibi unsurlar daha tali plandadır. Liderin dışında başka hiç bir siyasetçinin fotoğrafı kampanya görsellerinde kullanılmamıştır.

AKP’nin siyasi reklam kampanyası seçmene istikrar vaadetmiş ve 2002’den sonra sağlanmış olan ekonomik gelişmenin sürdürüleceği sözünü vermiştir. AKP kampanyasının ana sloganı “Durmak yok, yola devam” şeklinde formülüze edilmiştir.

Kampanyanın özellikle outdoor uygulaması başarılıdır ve titiz bir planlamayla yürütülmüştür. Her kent, her kasaba ve mahallede Erdoğan’ın mesajlarını ileten dev posterler asılmıştır. Bu posterlerin, lokasyona, yöreye ya da ilgili sosyal katmana ilişkin vaatler içermesine özenle dikkat gösterilmiştir. Seçmenin yöre, sosyoekonomik statü, meslek grubu vb. segmente edilmesi ve her bir seçmen segmentine özgü sorun-çözüm ilişkisinin geliştirilmiş olması seçmen üzerinde etki sağlamıştır. En azından, rakip partiler her seçmen kategorisinde ve tüm yörelerde genel söylemlerle yol almaya çalışırken, AKP’nin seçmen gruplarına ve yerele dokunması fark yaratmıştır.

Öte yandan kurulduğu tarihten beri ilk kez bu seçimde AKP, basında da dikkate değer bir bütçe kullanmıştır.

AKP’nin reklam kampanyasının rakiplerinden ayrılan bir diğer özelliği ise pozitif bir kampanya olmasıdır. AKP’nin 22 Temmuz kampanyasında, doğrudan diğer partilere dönük hiç bir eleştiri yoktur. Rakip partilerden kendisine yönelen eleştirilerine karşı yapılan bir savunma da bulunmamaktadır. AKP kampanyası diğer partileri yok saymış ve kendi söyleyeceklerine odaklanmıştır.

Dünyada ikinci kez seçilmeyi başarmış olan parti liderlerinin ya da hükümet başkanlarının kampanyalarını derinlemesine analiz ettiğimizde, genellikle geçmişteki başarılı çalışmalarınının üstüne bindiklerini ve daha çok umut vaat eden kampanyalar yürüttüklerini anlarız.

AKP kampanyasının ana stratejisi de bu doğrultuda planlanmış ve uygulanmıştır. Kampanyanın yaratıcı tarafı için bir yorum yapamam, ancak, stratejisi akılcıdır.

Reklam kampanyası Ak Partinin siyasi duruşu (ideolojisi) üzerine mi yoğunlaştı? İdeolojisinin hangi unsurları üzerinde duruldu? (Muhafazakar Demokrat oluşu mu?AB politikası mı? Kürt politikası mı? Serbest piyasa yanlısı ekonomi politikası mı? Sosyal Dayanışmacı tarafları mı? )

Milli Görüş geleneğinden gelen ve kimyasında “İslamcılık” bulunan siyasi partilerin özellikle 90’lı yıllardaki siyasi pazarlama ve siyasi reklamları çok belirgin bir biçimde ideolojik görünümlüydü. Kampanyaları genellikle ideolojik rasyonele oturuyordu. Siyasi reklam ürünleri bir çeşit ideolojik konumlama ve/veya savunma yapıyordu.

AKP kampanyalarında, bu yönelişten uzaklaşılmıştır. Tersine AKP kampanyaları tümden pragmatiktir. Hatta, ideoloji ile doğrudan ilgi kurmama iradesi algılanabilir. Örneğin, “Her şey Türkiye için” sloganı herhangi bir parti ambleminin altına konacak kadar kimliksizdir. Yada, “Durmak yok, yola devam” sloganı bir dönem iktidarda kalmış, birşeyler başarmış olan her hangi bir partinin kullanabileceği kadar ortayol bir söylemdir.

22 Temmuza dönük reklam kampanyasında AKP ideolojik olarak, AB politikaları, Kürt meselesi, Muhafazakar Demokrasi vb. konularla uğraşmak yerine; örneğin sağlık politikaları, örneğin yol-su-elektrik gibi seçmenin günlük hayatıyla ilgili sorunlara yönelmiştir.

Partinin savunduğu ideoloji ve o ideolojinin açılımları siyasi reklam kampanyası marifetiyle değil, bizzat liderleri tarafından dillendirilmiştir. Recep Tayyip Erdoğan ve diğer AKP’li siyasetçiler, seçim kampanyası boyunca rejimin kendilerine karşı hile yapmaya çalıştığını dile getirmişler ve demokrasi, insan hakları, inanç özgürlüğü, adalet temelinde partilerinin pozisyonunu seçmenlere aktarmayı sürdürmüşlerdir.

Seçimin kazanılmasında genel olarak halkla ilişkiler faaliyetleri ve reklam kampanyasının ağırlığını nasıl değerlendiriyorsunuz?

Ünlü reklamcı Bill Bernbach ticari reklamlarda elde ettiği başarıları değerlendirirken “Sihir ürünün kendisindedir.” der. Siyasetin pazarlamasında da durum aynıdır. Eğer pazarlanacak siyasi lider yada siyasi fikrin sihirli bir yanı yoksa, siyasi reklam, siyasi iletişim ve siyasi pazarlama pek bir işe yaramaz.

22 Temmuz öncesinde gelişen ve ayan beyan anti demokratik olan, “toplum mühendisliğine” karşı, AKP liderliğinin sergilediği dirayetli duruş... Diğer tüm partilerden daha etkin çalışan parti örgütü, grassroots temelde yürütülen politik pazarlama kampanyaları, ağızdan ağıza pazarlama kampanyaları.. Yaz sıcağında AKP liderinin canını dişine takarak günde 3-4 ilde yaptığı mitingler... Tayyip Erdoğan’ın beş yıl öncesine göre ekonomik durumu daha kötü olanlar varsa bu kişilerin kendisine oy vermemelerini istemesi... Tek başına iktidar olamaması halinde politikayı bırakacağını söylemesi.. Bunda da samimi olduğuna seçmeni inandırması, vs... Bütün bunlar AKP'ninn sihridir ve bu sihir iş yapmıştır.

Daha fazla bir bütçe harcadığı halde, muhtemelen daha meşhur ve daha güçlü bir ekip tarafından hazırlanıp yürütüldüğü halde CHP kampanyasının hiç bir işe yaramaması da benzer bir sihrin CHP’de bulunmayışındandır.

İletişim asli olarak siyasetçinin görevidir. İletişimi iyi bilen birinci sınıf siyasi liderler, siyasi pazarlama sürecinin en etkin yöntemi olan siyasi iletişim işini asla, seçimden önceki bir kaç haftaya sığdırmazlar. Çünkü seçmen kararının çok daha önceki everelerde şekillendiğini bilirler. Bu tür siyasi liderler ne zaman, nerede, ne yapacaklarını, ne söyleyeceklerini çok iyi bilirler.
Siyasi iletişimde gözünüz yoksa, siyasi iktidarda da gözünüz yok demektir.

Uzun yıllar boyunca, iktidar olma özlemi duymuş olan bir ekibin yarattığı AKP, belki de bu nedenle siyasi iletişimde devamlılığı esas alan bir partidir. O kadar ki, sadece bu işi yapan ve bu işi yılın 365 günü tabanda yapan paralel bir örgüte sahiptir. Seçim Koordinasyon Merkezi adını taşıyan bu örgütün bir benzeri hala rakip partilerde yoktur.

İşte bu Seçim Koordinasyon Merkezi aracılığı ile AKP, seçmen tabanlı iletişimin çift taraflı mekanizmasından güç alabiliyor. Bu güç sayesinde de, AKP için seçim zamanı yapılan siyasi kampanyalar önemli ama, o kadar da vazgeçilmez değil; yaşamsal değil.

2002’den bu yana iktidarda elde etiği başarıya ilave olarak Seçim Koordinasyon Merkezinin düzenli ve devamlı iletişim kampanyaları sayesinde AKP’nin bu seçimde birinci olacağı bekleniyordu ve beklendiği gibi de çıktı.

Özetleyecek olursak; bir seçimin kazanılmasında etkili olan o kadar çok faktör vardır ki… Elbette, siyasi reklam kampanyası ve halkla ilişkiler faaliyetleri bu süreçte önemli rol oynarlar. Bununla birlikte siyasi reklam ve halkla ilişkiler etkinlikleri, liderin özellikleri, partinin yapısı, örgütü oluşturan insanların psikolojisi, partinin değerleri, ideolojisi ve programı, ülke koşulları ve uluslararası koşulların yaratığı zamanın ruhu gibi faktörlerin yanında olsa olsa zurnanın son düdüğü olurlar.

Yeditepe Üniversitesi İletişim Fakültesi yüksek lisans öğrencisi Nadirabegim Mombekova ile yapılan söyleşiden. (İstanbul, Mart 2008)

7 Mart 2008 Cuma

"Çukulata Renkli Başkan"a Hazır mısınız?


Amerika’da Demokrat Parti zamanı


2005 Kasım’ında Dünya Siyasi Danışmanlar Derneği’nin yıllık konferansı için Berlin’deydim. Oturumlaradan birinde, Amerikan siyaseti ve yaklaşmakta olan Amerikan başkanlık seçimleri tartışıldı. Gelecek seçimlerin favorisi Demokrat Parti olacağa benziyordu. Demokrat Parti’den aday adayı olacağı söylenen Barack Obama’nın adını ilk kez orada duydum.

Konferansa katılan Amerikalı siyasi danışmanlardan, o günden en güçlü aday olarak adı geçen Hillary Clinton ile Obama’yı kıyaslamasını istemiş ve Obama’nın şanşını anlamaya çalışmıştım. Cumhuriyetçi Parti’ye yakın olan siyasi danışmanlar özetle, Amerikan seçmeninin bir zenci başkan adayına henüz hazır olmadığı görüşündeydiler. Demokrat Parti’ye yakın siyasi danışmanlar, 11 Eylül’den sonra yaratılan konjonktürde Hillary Clinton’ın daha doğru bir aday olacağına inanıyordu. Anlaşılan, Obama 2008 başkanlık yarışının “çukulata renkli figüranı” olacaktı.

Bununla birlikte daha o günden, Demokrat Parti’nin "ya bir kadın ya da bir siyah başkan adayı" ile yarışacağı neredeyse kesindi.

4 Kasım 2008’de yapılacak olan başkanlık seçiminden önce, partilerin aday adaylarının yarıştığı, adına “Primary” denen bir önseçim yapılıyor. Son aylarada, önseçimle ilgili haberler dünya medyasında geniş yer tutuyor. Dünya medyası istemese de, bu haberlerle Amerikan sisteminin ve Amerikan liderlerinin gönüllü propagandasını yapıyor.

Hillary’nin hızlı deparı

2007 sonbaharında başlayan yarışta, Hillary Clinton Demokrat Parti’nin beyaz ve Anglosakson kökenli ileri gelenlerinin de desteği ile belirgin biçimde önde gözüküyordu.

Başlangıçta Hillary, Barack Obama konusunda küçümser bir tavra sahipti. Hillary Clinton kendisini, Cumhuriyetçilerin favori aday adayı olan Senatör John McCain’in karşısında zaferle çıkabilecek tek aday olarak konumluyordu. Medyadaki etkin kalemler bu konumlamayı destekler biçimde, Hillary’nin deneyimli, Obama’nın ise acemi olduğu tezini işliyorlardı.

11 Eylül koşullarından doğan lider

Geride bıraktığımız sekiz yıl boyunca George W. Bush ve Yeni Muhafazakarlar, ülke içinde önemli bir kırılma yarattılar. Küresel olarak ABD’yi yalnızlaştırdılar. 2007 Sonbaharı’dan itibaren öncü sarsıntıları dahi ABD’yi ve tüm dünyayı sallamaya başlayan yıkıcı bir ekonomik kriz su üstüne çıkmaya başladı.

Barack Obama, tam bu atmosferde, 3 Kasım 2007’de “İnanabileceğimiz Değişim - A Change We Can Belive In” adlı konuşmayla start aldı. Obama, Amerikan liderliğinde ve Washington’un yönetim anlayışında DEĞİŞİM zamanının geldiğini, bu değişimin ertelenemez olduğunu, kesinlikle zorunlu olduğunu dile getirdi. O’na göre, seçmen inanırsa bu değişim gerçekletirilebilirdi.

Foreign Affairs dergisine yazdığı etkileyici makalenin başlığı “Amerikan Liderliğinin Yenilenmesi” idi. Makalede, Amerikayı Amerika yapan değerlere yeniden dönülmesi, uluslararası arenada Amerika’ya güvenin yeniden yaratılması, uluslararası ittifakların yeniden inşası, ordunun yeniden canlandırılması, nükleer silahların sınırlandırılması, terörle mücadelenin yeniden planlanması gibi konularda vizyonunu anlatıyordu. Senatör Obama, Bush yönetiminin yarattığı paranoyak bölünme yerine, Amerika için bütünleşmeyi savunuyordu.

Değişim ve Umudun Rock Starı

Obama, 11 Eylül saldırılarından sonra umudunu kaybeden kitlelere yöneldi. “Babamın Hayalleri” “Umutlar ve Hayaller” “Umudun Cüretkarlığı” adlı kitaplarıyla değişim fikrini anlattı.

Obama’nın siyasi iletişimini yöneten ekip, umudu yaymak, pozitif duygulardan yararlanmak ve ağızdan ağıza kampanyaların katlanan etkisiyle DEĞİŞİM’i anlatmak için bizzat Obama’nın kendisini bir rock star gibi konumlamaya başladı.

Önce, 2007 sonbaharında, Süper Obama Girl videosu geldi. Videoda, Bush ve Clinton’ların temsil ettiği eski siyaset, pop kültür ikonu Süperman’in dişi versiyonu biçimindeki Süper Obama Kızı tarafından bozguna uğratılıyordu.

2008 başında siyasi danışmanları Obama’nın konuşmalarından “Yes, We Can” Jıngılı ve pop videosunu yarattılar. Black Eyed Peas grubunun starı Will.I.am dahil çok sayıda star, Obama ile birlikte videoda rol aldı. Bu video sadece YouTube’da 12 milyon kez seyredildi.

Ardından, İspanyolca Reggaeton ve Viva Obama videoları geldi. Obama ve kampanyaları öylesine heyecan yarattı ki, milyonlarca gönüllü kampanyaya dahil oldu. On milyonlarca kişi videoları seyretti, tanıdıklarına tavsiye etti. Obama videoları tüm zamanların en viral kampanyalarından birine dönüştü.

Sonrası malum: 5 Şubat 2008’deki Süper Salı’da beklenmedik bir başarı çıktı. Barack Obama, Süper Salı’da 23 eyaletin 13’ünü kazandı. Peşinden yapılan 8 eyaletteki Primary’de ise sildi süpürdü. Hillary buralarda sıfır çekti.

Hillary Clinton, kendi kesesinden 5 milyon dolar harcarken, Obama kampanyasına internet aracılığı ile bir milyonu aşkın Amerikalı destekçisinden 30 milyon dolar bağış aktı.

Sonunda kampanyanın etkisi, Hillary Clinton’ın kimyasını bozdu. Ve geçen ay CNN’de canlı yayınlanan tartışma programında Clinton Obama’nın değişim söyleminin orjinal olmadığını, başkalarından aşırma olduğunu iddia etti. Hatta Obama’ya “Sen, değişimin ancak fotokopisi olabilirsin.” deyiverdi.

Bir sonraki hafta ise, Clinton cephesi Obama’nın müslüman kıyafetli Kenya fotoğrafını basına servis etti. Hikmetyar’ın dizinin dibine çömelmiş Tayyip fotoğrafını dağıtan bizdeki aklıevvellerin psikolojisiyle...

Clinton cephesinden gelen bu negatif karşı atak, Obama’yı göbek adı Hüseyin olsa da ve bir dönem Endenozya’da eğitim görmüş olsa da inançlı bir Hristiyan olduğu savunmasını yapmaya zorladı.

Clinton cephesinin negatif atakları bununla sınırlı kalmadı: 4 Mart’ta seçimlerde en belirleyici olan Texas ve Ohio gibi büyük eyaletlerdeki kritik ön seçimlerden bir kaç gün önce, Obama’yı destekleyen bir iş adamı hakkında yolsuzluk haberleri ile yayılmaya başlandı. Yine aynı dönemde, mükemmel bir planlama ile, Obama’nın danışmanlarından birinin Kanada’lı yetkililerle NAFTA konusunda gizlice görüştüğü basına sızdırıldı. (Ohio eyaleti, NAFTA anlaşması yüzünden Kanada lehine fakirleşmiş ve yüzlerce işyeri ve fabrika son bir kaç yıl içinde kapanmıştı. Obama başkan olursa NAFTA’yı rafa kaldıracağını veya ABD lehine yenileyeceğini vaadediyordu.)

Amerika değişirse dünya değişir

4 Mart’ta Texas, Ohio ve Rhode Island eyaletlerinde Clinton, Vermont’ta ise Obama kazandı. 4 Mart seçimlerinde kazandığı delegelerle Hillary Clinton yarışta iddialı olmaya devam edeceğini göstermiş oldu. Buna rağmen Clinton’un 1361 delegesine karşılık, Obama 1451 delegeye sahip.

4 Mart’ta 4 büyük eyalette elde ettiği sonuçlardan sonra, Cumhuriyetçiler cephesinde Senatör Jonh McCain adaylığı kesinleşmiş oldu. Ancak, görünen o ki, Demokratlar cephesinde süren nefes nefese yarış muhtemelen Ağustos ayındaki Parti Kongresine kadar devam edecek.

Pek çok analist ve siyasi uzmana göre Obama bu yarştan eninde sonunda galip çıkacak ve önce Demokrat Parti’nin resmi adayı olacak, peşinden de ABD’nin ilk zenci başkanı olacak. Obama’nın bu önlenemez yükselişinde, FOX TV’de yayınlanan 24 dizisindeki zenci “Başkan Palmer” karakteri ne denli rol oynadı bilinmez ama, şurası kesin ki sevilen diziler her zaman “neden olmasın” duygusu yaratıyorlar.

Düşüncelerine, konuşmalarına, makalelerine ve yürüttüğü kampanyalara baktığımızda Senatör Obama’nın sadece kendi ülkesini değil, tüm dünyayı yeniden şekillendireceğini kavrayabiliyoruz. Doğrusu, bugün ülkesinin de dünyanında böylesi bir liderliğe çok ihtiyacı var.

Amerikan Başkanlık seçim süreci nasıl işliyor?

Belki Amerika’daki sistemle ilgili bir kaç not düşmekte fayda var: Amerikan başkanı adayı olabilmek için 35 yaşını doldurmuş olmak, son 14 yıl boyunca Amerika’da oturuyor olmak ve mutlaka “doğuştan Amerikan vatandaşı” olmak gerekiyor. Başkan yardımcısı adayı için de aynı şartlar gerekli. Tek farkla; başkan yardımcılığına aday olan kişi, asla başkan adayı ile aynı eyaletten olamıyor.

İki partili Amerikan siyasi sisteminde seçmenler, parti içindeki önseçim sistemine benzer şekilde, başkanı veya başkan adayını doğrudan seçemiyor. Seçmenler teknik olarak, Başkanı seçecek güce sahip olan –ve bir çeşit süper seçmen olan- seçiciler kurulu üyelerini seçiyorlar. Seçmenlerin ülke çapında kullandığı oylarla, 50 eyaletten toplam 538 seçiciler kurulu üyesi seçiliyor. 1850 yılından beri Amerika’da “temsilde adaleti” ve “yönetimde istikrarı” sağlayan mekanizma bu aslında.

Bu mekanizma sayesinde, her eyalette -tek bir oy farkıyla bile olsa- daha çok oy alan parti, o eyaletteki tüm seçiciler kurulu üyelerini çıkarabildiği için, Demokratlar ve Cumhuriyetçiler dışında bir üçüncü parti sisteme giremiyor.

Amerikan sistemindeki tek problem şu ki, bazen ülke çapında seçmenlerden aldığınız oy, rakibinizden fazla olsa da, rakibinizin kazandığı seçiciler kurulu üyesi sizinkinden fazla olabiliyor ve siz seçimi kaybedebiliyorsunuz. Örneğin 2000 yılındaki yarışta Al Gore, rakibi George W.Bush’tan daha fazla oy aldığı halde seçimi bu yüzden kaybetmişti.


Mart 2008 tarihli Out of Home dergisinde yayınlanmıştır.

Amerika'ya Karaoğlan (mı) Geliyor?


İlk görüşte aşk

Bir toplantıda tanıştırılan iki yabancı, ilk görüşte birbirlerinden etkilenmezlerse, sonradan birbirlerini sevebilecekleri bir ortam yaratma şansları çoğu kez kalmaz.

Yeni bir siyasetçi ile seçmenin ilk büyük buluşmasında da aynı şey olur. Seçmen o yeni siyasetçiyi ilk karşılaşmada ya sever, ya da daha o gün bir kenara fırlatıp atar. Kenara fırlatılıp atılmış siyasetçi o günden sonra ne yapsa beyhudedir. Kolay kolay seçmenin kalbini kazanamaz. Ne var ki, çoğu siyasetçi seçmenin sevgilisi olmayı başaramadığını pek anlamak istemez. Kendini, partisini, ülkesini boş yere yorar, yıpratır. Yazılı olmayan bu kuralın dünya siyasetinde pek ender istisnası görülmüştür.

Billary, Bay “Değişim”e karşı

Bilindiği gibi, 4 Kasım 2008’de Amerikalı seçmenler yeni başkanlarını seçmek için sandık başına gidecekler. Başkanlık seçiminden önce, “Primary” adı verilen, partilerin aday adaylarının yarıştığı bir önseçim yapılıyor. Geride bıraktığımız son bir kaç ay, dünya ile birlikte Amerikan başkanlık seçiminin “Primary” adlı bu bölümüne şahit olduk.

Bu seçimde favori durumda olan Demokrat Parti cephesinde, Hillary Clinton eşi eski başkan Bill Clinton ve Demokrat Parti’nin beyaz ve Anglosakson ileri gelenlerinin desteği ile yarışa önde başladı. Demokrat Parti için Hillary demek Billary demekti. (Bill + Hillary’den türetilen bu lakap, Hillary başkan olursa Bill’in deneyiminin de ülkenin hizmetinde olacağını formülüze ediyordu.)

Barack Obama konusunda ise Clintonlar küçümseyen bir tavra sahiptiler. Hillary, Obama’nın olsa olsa gençlerden, zencilerden ve bir kısım yoksullardan oy alabileceğini söylüyor ve kendisinin deneyimli, Obama’nın ise acemi olduğu tezini işliyordu.

Ancak Hillary Clinton’ın avantajlı konumu 5 Şubat’ta Süper Salı’da değişti. Barack Obama, Süper Salı’da 23 eyaletin 13’ünü kazandı. Ardından yapılan 8 eyaleti ise tamamını aldı.

İşin ilginci, örneğin bu son 8 eyaletten biri olan zengin Virginia’da, Obama %52 beyazlardan, %54 latin kökenlilerden, % 55 de 65 yaş üstü seçmenlerden oy alırken, Hillary Clinton beyazlarda %47’de, latin kökenlilerde %46’da, 65 yaş üstü seçmende ise % 45’te kalmıştı. Obama, her gelir grubunda, her yaş grubunda ve her etnik grupta açık ara öne geçmişti.

”Umut herşeyi değiştirir!”

Barack Obama nasıl oldu da bu kadar kısa bir sürede bu denli etkili bir sonuç yaratabildi?

3 Kasım 2007’de Spartanburg’da yaptığı “İnanabileceğimiz Değişim” adlı adaylık konuşmasında Obama, Amerikan liderliğinde ve Washington’un yönetim anlayışında değişimin zorunlu olduğunu, seçmenler inanırsa bu değişimin rüya olmaktan çıkabileceğini anlattı.

Obama kampanyası “Umut herşeyi değiştirir” sloganıyla başladı. Kampanyanın tüm söylemi “Değişim” temasına oturtuldu. Obama, konuşmalaranda değişimin teker teker veya bölünerek yapabilecek bir şey olmadığını, ancak birlikte gerçekleştirilebileceğini vurguladı.

Barack Obama’nın “Değişim” sözünü verdiği politikaların başında şunlar geliyordu: Bush’un “sevmediğim ülkenin sevmediğim lideriyle konuşmam, onunla savaşırım” anlayışı, iç polikada yürütülen korku politikası, Neo-Conların işkence yapan, insan haklarını rafa kaldıran ve petrol üreten ülkelerin diktatör rejimleriyle kolkola gezen politikaları…

Başkan olduğunda Obama, Irak’taki savaşı derhal bitirip askerlerini geri çekeceğine ve hatta Afganistan’daki El Kaide ile savaşı dahi bitireceğine söz veriyordu.

Başladığı yarışın, adalet ve fırsat eşitliği yarışı olduğunu, başkan olursa mükemmel işleyen bir sağlık ve eğitim sistemi kuracağını, daha yüksek istihdam yaratacağını ve Amerikan toplumunu yeniden birleştireceğini dile getiriyordu.

Barack Obama, Hillary’e karşı hep saygılı davranıyor ve onun tecrübeli bir siyasetçi olduğunu tekrarlıyordu. Bununla birlikte, Clinton’un “Washinton tarzı” kitabi bir kampanya yönettiğini, ülkenin ihtiyacının asla bu tarz bir “Kampanya” olmadığını ifade ediyordu.

Kampanya başlangıcından kısa bir süre sonra sanatçı ve pop starlar dahil çok sayıda önemli kişi Obama’nın yanında yeraldıklarını açıklamaya başladılar.

Umudumuz Karaoğlan veya Obamania...

Değişim her demokraside olduğu gibi Amerika’da da tuttu. Çünkü, söylemin sahibi zaten değişimin sahici bir alemet-i farikasıydı. Siyahiydi, Havai doğumluydu, bir müslüman ülkede yetişmişti, ailesinin bir kısmı halen Kenya’da yaşıyordu. Hayatı boyu, insan hakları ve çevre konusunda mücadele etmişti, vs...

Söylem öylesine inandırıcı oldu ki, Obama güçleri, inanmış, zinde yüzbinler kampanyanın gönüllü neferleri oldular. Her yerde. Her eyalette, her seçmen kategorisinde. Sahada, sandıkta, internette, ağızdan ağıza pazarlamada, kongrelerde, kampüslerde, sendikalarda, yoksul mahallelerinde, aydın platformlarında, medyada...

Öyle inanılmaz bir heyecan kasırgası doğdu ki, yüzbinlerce kişi internet aracılığıyla, eşine dostuna Obama’yı tavsiye etmeye başladı. Bir milyonu aşkın seçmen Obama’nın kampanyasına internetten para yağdırdı. Köşe yazarları Obama ile ülkenin nasıl yeniden şekilleneceğini anlatmaya başladı.

Obama’nın siyasi iletişimini yöneten ekip, değişimi halkın ağızına düşürmek ve ağızdan ağıza kampanyaların katlanan etkisinden yararlanmak için bizzat Obama’nın kendisiyle “Yes, We Can” Jıngılı ve pop videosunu yarattılar. Video sadece YouTube’da 12 milyon kez seyredildi. (Bakınız : http://youtube.com/watch?v=jjXyqcx-mYY

Bu heyecan, 1973 genel seçimleri öncesinde “Toprak işleyenin, su kullananın” ve “Ortanın Solu” söylemleriyle mobilize edilmiş olan Sosyal Demokrat Türk seçmeninin heyecanın çok daha güçlüsü. Bu heyecan Bülent Ecevit’in adını dağlara taşlara yazdıran sıradan vatandaşın heyecanın kat kat fazlası.

Hillary, kampanyasına cepten 5 milyon dolar harcarken, bu heyecan Obama’ya internetten 30 milyon dolara yakın bağış yarattı.

Bu heyecan, sonunda Hillary Clinton’ın kimyasını bozdu. Ve geçen hafta CNN’de canlı yayınlanan tartışma programında Clinton, Obama’nın söyleminin orjinal olmadığını, başkalarından aşırma olduğunu iddia etti ve Obama’ya “Sen, değişimin ancak fotokopisi olabilirsin.” deyiverdi.

Yeni nesil Karaoğlan başkan olur mu?

Son sekiz eyaletle birlikte, Obama hem seçmen bazında hem de delege bazında Hillary Clinton’u geçmiş durumda. Yine de gidecek yol var: Primary seçimlerinde, seçmenler doğrudan adaylara değil, partiyi başkanlık yarışında temsil edecek ismi resmen belirleyecek delegelere oy veriyorlar.

Demokrat Parti’de, seçimlerle gelen delegelerin yanısıra 796 “süper delege” daha var ve bu delegeler çoğunlukla Hillary’ı destekliyor. Obama’nın yarışın bu ilk raundunu geçebilmesi için süper delegelerde de üstünlüğü elde etmesi gerekiyor.

Sitelere yansıyan sade vatandaş yorumlarına bakılırsa; Amerikalı seçmen 20 yıllık Bush-Clinton-Bush-Clinton denklemine son vermek ve bu iki ailenin iktidarını artık bitirmek istiyor. Öyle ki, kayıtlı Demokrat Parti seçmeni pek çok kişi, parti içi yarışı Hillary’nin kazanması halinde Cumhuriyetçi John McCann’e çalışacağını ilan ediyor.

4 Mart’ta Ohio ve Teksas gibi büyük eyaletlerde yapılacak olan önseçimler, bu yarışın kilidini açacak gibi. Bu eyaletlerden birini dahi Obama kazanırsa, Obama saflarına geçtiği söylenen 20 civarındaki Hillary yanlısı süper delegeye yenileri katılabilir. Ve büyük ihtimal Hillary havlu atabilir.

Amerika’da değişim, dünyada değişim

Seçimler demokrasileri yeniler. Seçmenler, oylarıyla temsilcilerini seçtiklerinde, yarını şekillendirecek liderleri seçerler. Seçimlerin seçmeni heyecanlandırmasının ve güçlü kılmasının nedeni budur.

Amerikan medyasından anladığımız, Barack Obama’nın seçmenin kalbini kazanmak bir yana, “kara sevda” yarattığıdır. Yaptığı konuşmalara, verdiği sözlere ve siciline bakıldığında, Senatör Obama’nın sadece kendi ülkesini değil, tüm dünyayı yeniden şekillendireceğini kavrayabiliyoruz.
Lakin, “değişim” sihirli olduğu kadar, korkutucu bir kelimedir de. Çünkü, her değişimde birileri kazanırken birileri kaybeder. Obama’nın sözlerine bakılırsa bu “Değişim”den ürkmek anlamsız. Çünkü Obama’nın sözverdiği değişim insan haklarının lehine bir değişim. Demokrasinin lehine bir değişim. Özünde insanlık için iyi olan bir değişim, nihayetinde herkes için iyi bir değişimdir.

2 Mart 2008'de Radikal 2 'de yayınlanmıştır.

22 Temmuz ve "Demokrasinin Zaferi"






22 Temmuz 2007 seçimlerinde yalnız Türkiye’de değil, dünyada da pek sık olmayan bir şey oldu: Beş yıla yakın bir süre iktidarda olan bir parti; oy kaybetmediği gibi oyunu tarihi bir biçimde artırdı.

Siyaset dünyasında sık görülmeyen bu olayı Başbakan Erdoğan’ın seçim kampanyasında yürüttüğü pozitif kampanyanın yanısıra, seçim sürecinde etkin olmak isteyen siyaset dışı aktörlerin verdiği “e-muhtıra”ya borçluyuz.22 Temmuz genel seçimlerinde, seçmenlerin neredeyse yarısı, gerçekten “AKP’li” olduğu, AKP’yi her şeyiyle benimsediği için değil, ama demokrasiden yana ve askeri muhtıralara karşı olduğu için de oyunu AKP’ye verdi. Sonuçta sadece AKP kazanmadı, demokrasi adına da bir zafer kazanıldı.

Böylelikle, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, 2002 seçimlerinde yüzde 34 olan oylarını yüzde 46,6’ya çıkardı ve ikinci kez tek başına iktidar oldu. Diğer sosyal demokrat partilerin ve hatta kimi sağ politikacıların da desteğini alarak seçimlere giren CHP ise yüzde 20,9’da kaldı. ABD’nin 11 Eylül sonrası yarattığı İslam karşıtı küresel şiddetin etkisi ve üyelik müzakerelerinde iki yüzlü davranan AB politikacılarının neden olduğu milliyetçi iklimde yükselen MHP ise yüzde 14,3 oy alarak 70 sandalye ile parlamentoya yeniden girdi.

Seçimlere katılan diğer 11 siyasi parti yüzde 10’luk barajı aşamadı. Bu arada, kimilerince terörist örgüt PKK’nin yasal uzantısı kabul edilen DTP’nin (Demokrat Toplum Partisi) desteklediği 21 bağımsız aday da deyim yerindeyse parlamentoya “sızdı”.

Erdoğan’ın Başarısının Asıl Nedeni : Ekonomi

2002 Kasım seçimlerinden sonra yaklaşık 4,5 yıldır iktidar olan AKP, İkinci Dünya Savaşı’ndan itibaren iktidar olan hükümetlerin pek çoğundan daha başarılı bir yönetim sergiledi.Erdoğan, iktidar olur olmaz hızlı bir demokratikleşme programı başlattı. Onlarca yıldır süren kimi yasakları kaldırdı. AB’ye uyum süreci ile ilgili demokratik reformları hızla parlamentodan geçirdi.Erdoğan döneminde Türkiye ekonomisi aralıksız her yıl ortalama yüzde 7 büyüdü. Doğrudan yabancı yatırımlar rekor seviyeye ulaştı. Uzun yıllar, ülkede yaşayan herkese hayatı zehir eden enflasyon yüzde 9’lar seviyesine indi.

Türk lirasından aktı sıfır atıldı. YTL yabancı paralar karşısında öngörülerin çok üzerinde değerlendi. Gayrisafi milli hasılası iki kat artarak 400 milyar doları aştı. Kişi başı gelir iki kattan fazla arttı ve 5.000 dolar seviyesine ulaştı. İhracat yaklaşık 100 milyar dolara, turizm gelirleri 20 milyar dolara fırladı. Türk şirketleri yerel oyunculuktan sıyrılıp, global pazarlarda söz sahibi olmaya başladılar.Öte yandan, Başbakan Erdoğan sayesinde devlet ihaleleri ve ithalat-ihracat kotalarıyla devasa bir servet edinen yeni girişimciler sınıfı da AKP’ye güçlü bir destek sağladı.

İkinci Önemli Neden: Siyasi Kutuplaşma

Erdoğan hükümeti ekonomide bunca önemli başarılar kaydederken, yine de bazı seçmenler, toplumu her geçen gün biraz daha fazla İslamileştirdiği yönündeki inançları yüzünden AKP’ye şüpheyle bakmaya devam ettiler. Hatta bu kesimlerin, AKP’nin gizli bir gündemi olduğu, uzun vadeli amaçları için “takiyye” yaptığı yolundaki şüpheleri daha da arttı.

Çünkü, bu kesimlere göre AKP iktidarına yakın olmayan pek çok üst düzey bürokrat; ya emekli edilmiş ya da daha alt seviyelerdeki görevlere atanmış ve yerlerine AKP sempatizanları getirilmişti. Devletin ve devlet kuruluşlarının yüksek mevkilerine yapılan atamalarda AKP, klasik “adam kayırma” politikalarının çok daha ötesine gitmişti. Neredeyse, atamalarda “eşi türbanlı olmak” bir çeşit kriter haline gelmişti.

Yine bu kesimlere göre; AKP’nin 4,5 yıllık iktidarında, TV kanallarında başka hiçbir dönemde olmadığı kadar çok dini programlar yayınlanmaya başlamıştı. Başta, iktidarın denetlediği TRT kanalları olmak üzere, ulusal veya yerel radyo ve TV kanallarında bu tür programlar önemli oranda artış göstermişti.

Ve nihayet, aynı dönemde hissedarlıklar veya el değiştirmelerle de iktidar yanlısı gazetelerin gücü pekişmişti.

İktidar partisinin uyguladığı politikalara karşı, 10. Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer önemli bir denge unsuru olarak algılanıyordu. Sezer, Erdoğan Hükümetinin pek çok atamasını veto ederek, neredeyse tek kişilik bir muhalefet pozisyonu üstlenmişti.

Nisan 2007’de, Sezer’in yedi yıllık görev süresi dolunca, TBMM’de 363 sandalyelik ezici bir çoğunluğa sahip olan AKP, yeni cumhurbaşkanını kendi partisinden seçmek istedi. Ana muhalefet partisi CHP ise yeni cumhurbaşkanının bir sonraki parlamento tarafından seçilmesini savunan bir pozisyon almıştı.

CHP’ye göre, 2002’deki seçimlerde seçim barajı ve düşük seçmen katılımı nedeniyle, seçmenlerin yüzde 60’a yakını mevcut parlamentoda temsil edilemiyordu; bu nedenle yedi yıl boyunca görev yapacak yeni cumhurbaşkanının bu meclis tarafından seçilmesi demokrasi ve temsiliyet adına yanlış olacaktı. CHP’nin gerçek amacı, yeni cumhurbaşkanının da Ahmet Necdet Sezer gibi laik ve Kemalist olmasını sağlamaktı.

Taraflar uzlaşamadılar. Ve Türkiye karıştı.

Aslında uzlaşmadılar demek daha doğru olur. Çünkü 60’dan fazla yasal partinin olduğu Türkiye’de, bu iki büyük parti, seçmenleri kutuplaştırarak küçük partileri saf dışı etmeyi hesaplıyorlardı. Hatta bu konuda, Başbakan Erdoğan ile CHP Genel Başkanı Deniz Baykal arasında gizli bir anlaşma olduğu bile söyleniyordu. Doğrusu, siyasi kutuplaşmanın bu yönde iki partiye de yardım ettiğini söyleyebiliriz.

Üçüncü Neden: Abdullah Gül’ün Seçtirilmemesi ve WOM Kampanyası

Meclis Başkanı Bülent Arınç, Nisan ortasında Türkiye’de “Müslüman” bir cumhurbaşkanı seçmenin zamanının artık geldiğini söyleyince iktidarın niyetine yönelik kuşkular daha da arttı. Arınç’ın söyleminden ilk 10 cumhurbaşkanının müslüman olmadıkları anlamı çıkıyordu; çünkü onlar laik kamptan geliyorlardı.

Bu gelişmeler üzerine, Atatürkçü Düşünce Derneği başta olmak üzere çeşitli sivil toplum kuruluşları Nisan ve Mayıs aylarında Ankara, İstanbul ve İzmir’de 1 milyonu aşkın kişinin toplandığı “Cumhuriyet mitingleri” düzenlediler. Mitingler ülke tarihindeki en büyük mitingler oldu. Kimilerine göre, Doğu dünyasında o güne kadar gerçekleştirilmiş olan en büyük demokratik refleks olan Cumhuriyet mitinglerinin organizasyonunda ordunun moderatörlüğü söz konusuydu.

Tüm bu hengamede Başbakan Erdoğan, parlamentodaki seçimden sadece bir gün önce Dışişleri Bakanı Abdullah Gül’ü partisinin 11. Cumhurbaşkanı adayı olarak ilan etti. Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, ilginç bir politika uygulayarak Cumhurbaşkanı adayının ismini son güne kadar açıklamaya yanaşmamıştı. Bu konuyu ne siyasi parti lideriyle tartışmış, ne de uzlaşmaya yanaşmıştı. Çünkü ona göre AKP, parlamentoda yeterli çoğunluğa sahipti ve yeni cumhurbaşkanını seçmek kendilerinin hakkıydı.Gül’ün adaylığının oylanacağı gün, başta CHP olmak üzere, parlamentoda sandalyesi bulunan DYP ve ANAP oylamaya katılmadılar ve iktidar partisinin politikasına karşı tavır aldılar.

Böylelikle iktidar partisi, anayasanın (Sabih Kanadoğlu’nun yorumuna göre) şart koştuğu 367 milletvekilini bulamayacak, ardından Anayasa Mahkemesi toplantıyı geçersiz kabul edecek ve erken genel seçime gidilecekti.

Aynen öyle oldu.

Meclis başkanı Bülent Arınç’ın toplantı yeter sayısı açısından meşru kabul ettiği oturum, CHP’nin başvurusuyla Anayasa Mahkemesi tarafından iptal edildi. Yeni Cumhurbaşkanını seçemeyen parlamento, 22 Temmuz’da erken seçim kararı alındı. Olan biten her şey anayasanın teknik bir yorumundan kaynaklanmıştı.

İşin kötüsü, Anayasa Mahkemesinin 367 ile ilgili kararının açıklanmasından hemen önce, 27 Nisan gece yarısı, Genel Kurmay Başkanlığının resmi internet sitesinde yayınlanan bir bildiri ile Türk Silahlı Kuvvetleri bu işe taraf olduğunu duyurdu.Daha da kötüsü, CHP Genel Başkanı Deniz Baykal’ın, TSK’yı duruma müdahil olmaya çağırmasıydı: Baykal, Anayasa Mahkemesi Abdullah Gül’ün adaylığının onaylandığı oturumu iptal etmeyecek olursa, Türkiye’de şiddetin ortaya çıkacağını iddia etti.

Hükümet 28 Nisan sabahı, sözcü Cemil Çiçek’in ağzından Genelkurmay Başkanı’nın başbakanın emrinde bir profesyonel olduğunu söyleyerek ordunun resmi internet sitesinde yayınlanan muhtıraya sert cevap verdi. Böylelikle, AKP demokrat, CHP statükocu bir pozisyon almış oldular.

Bilindiği gibi AKP, bir “devamlı politik pazarlama örgütü”ne sahip: Seçim dışı dönemlerde dahi görev başında olan ve “Seçim Koordinasyon Merkezi” adını taşıyan bu paralel örgüt, Abdullah Gül’ün cumhurbaşkanlığının engellenmesi sürecindeki demokrasi dışı gelişmeleri seçmene şikayet eden etkin bir propaganda başlattı.

Doğrudan iletişim kanallarının ülkenin en ücra köşelerine ulaşacak biçimde kullanıldığı bu ağızdan ağıza (WOMM= Word of Mouth) propaganda makinası, rejimin kendilerine haksızlık yaptığını ve Gül gibi Müslüman yanı güçlü olan bir politikacının Cumhurbaşkanı seçilmesinin sudan sebeplerle engellendiğini seçmene anlattı. Seçmenden, muhalefete ve rejime hak ettikleri dersi vermesi istendi.

AKP’yi destekleyen ve/veya güdümündeki medya, WOM kampanyasına paralel programlar yaptı; haberler, yorumlar ve makaleler yayınladı: Muhalefet ve rejim güç birliği halinde hile yapıyorlardı, cezalandırılmalıydılar.

Kampanyalar

22 Temmuz seçimleri bu denli ağır ve gergin bir iklimde yapıldı. Sadece üç haftaya sıkışmış olan profesyonel seçim kampanyalarının bu nedenle seçmen kararında aman aman bir etkisi olmadı. CHP, laiklik ve Kemalizm üzerine odaklanmış olumsuz bir kampanya stratejisi yürüttü. Pozitif vaatlerden çok, “Türkiye bölünüyor”, “Cumhuriyet tehlikede” gibi korkular yayarak kazanmayı denedi. Güzel Sanatlar / Saatchi& Saatchi tarafından yapılan CHP kampanyası sadece üç hafta sürdü. Sloganları “Şimdi CHP Zamanı” ve “ Halk Kazanacak” şeklindeydi.

Toplum içindeki farklı kültürel kimliklerin demokratik talepleri, düşük gelir gruplarının sosyal adalet talepleri, genç nüfusun başta eğitim olmak üzere, daha güvenli ve daha zengin bir gelecek arzuları vb. gibi bir sosyal demokrat partinin asıl besleneceği alanlara dönük vaatler içerecek pozitif bir kampanya stratejisi inşa etmek yerine CHP, yalnızca laikliğe yoğunlaştı ve toplumu “şeriat” tehlikesiyle korkutmayı kazanmak için yeterli saydı.

AKP ise, seçimlerin en pozitif kampanyasını yürüttü. Yaptıklarını anlatmaktan yapacaklarını anlatmaya fırsat bulamayan AKP, yeni bir vizyon sunmaktan ziyade istikrar ve süreklilik vurgusu yaptı. Parti sözcüleri orta ve uzun vadeli hedeflerle seçim vaatlerini birbirine karıştırdı.Başbakan Erdoğan, Temmuz ayının aşırı sıcaklarında günde üç ilde mitingler düzenleyerek ve rakiplerinden çok daha fazla gayret göstererek seçmenle doğrudan iletişim kurdu. Erdoğan, beş yıl öncesine göre ekonomik durumu daha kötü olanlar varsa bu kişilerin kendisine oy vermemesini istedi. Ve tek başına iktidar olamaması halinde politikayı bırakacağını söyledi. Bunda da samimi olduğuna seçmeni inandırdı.

AKP Kampanyasını Arter Reklam yürüttü. Arter Reklam, kuruluşundan beri AKP’ye hizmet vermesiyle tanınıyor. Kampanyanın ana sloganı “Durmak yok, yola devam” şeklindeydi. Kampanya, Erdoğan iktidarında yapılanların detaylı bir envanteri gibi algılanabilir. Yüzlerce rakamdan oluşan kampanyanın özellikle outdoor uygulaması, titiz bir planlamayla yürütüldü. Her kent, her kasaba ve mahallede AKP ve Erdoğan’ın mesajlarını anlatan posterler asıldı. Bu posterlerin, lokasyona, yöreye ya da ilgili sosyal katmana ilişkin vaatler içermesine özenle dikkat gösterildi.

Kurulduğundan beri ilk kez bu seçimde AKP, basında da dikkate değer bir bütçe kullandı.Merkez sağdaki ANAP ve DYP, birleşerek ve Demokrat Parti adıyla bu seçimlere girmeyi denediler, ancak samimiyetsizlikleri ortaya çıkınca seçmen bu partileri sandıkta yok etti. MHP, merkez sağ partilerin yok olması ve AB sürecinde yükselen milliyetçi duyarlılıklar sayesinde barajı geçebildi.

Sonuç ve Dersler

Ülkedeki kamplaşmanın etkisiyle, diğer sosyal demokrat partiler ya bu seçime katılmadılar, ya da CHP’yi desteklediler. Buna rağmen CHP devasa “Cumhuriyet mitinglerinde” toplanan insanların bir bölümünü sandık başına gitmeye dahi ikna edemedi. Sosyal demokratların toplam oy oranı tarihteki en düşük seviye olan yüzde 20,9’a indi. CHP’nin dramı, Kürt seçmenlerin ağırlıklı olarak yaşadığı Güneydoğu’da o denli büyük oldu ki, partinin bu illerdeki oy oranları, yüzde 1,92, yüzde 2,59, yüzde 3,13 gibi perişan seviyelere indi. Daha da utanç verici olanı, CHP’nin 81 ilden 33’ünde hiç milletvekili çıkartamamış olmasıydı.

Öte yandan, aynı Kürt seçmenler, Diyarbakır’da yüzde 41,2, Mardin’de yüzde 43,7. Batman’da yüzde 46,2, Van’da yüzde 53,3, Bitlis’te yüzde 58,7, Urfa’da yüzde 59,8, Bingöl’de yüzde 71,5 gibi yüksek oy oranıyla Erdoğan’ı desteklediler. Bu oranlar, Kürt etnik siyasetinin oy deposu olarak bilinen bu bölgede, Milliyetçi Kürt oylarının gerilediğinin de bariz kanıtı oldu. DTP, bu illerde toplam yüzde 18-20 oranında oy kaybetti. DTP toplamda 21 bağımsız milletvekilini seçtirmeyi başararak mecliste grup kurmuş olsa da, etnik Kürt milliyetçiliğinin bu seçimde mevzi kaybettiğini söylemek yanlış olmayacaktır.

22 Temmuz seçimlerinden alınacak dersleri ise şöyle sıralayabiliriz:

a. Değişim ve demokrasi vaadi seçim kazandıran iki sihirli sözcükler olamaya devam ediyor.

b. Seçimi değerler değil, pozitif liderlik kazanır.

c. Seçmen korkutularak değil, gündelik hayatını iyileştirecek vaatlerle ikna edilir.

d. Seçim kaybetmenin en garantili yolu statükocu davranmaktır.·

e. Seçim kaybetmenin ikinci garantili yolu demokrasi dışı güçlerle işbirliği yapmaktır.·

f. Seçim kaybetmenin üçüncü garantili yolu muhalefette iken bile dersine çalışmamaktır.

g. Seçim kaybetmenin dördüncü garantili yolu, seçmenle profesyonel ve/veya düzenli iletişime geçmek için seçim zamanını beklemektir.