Necati Özkan ve Seçim Zamanı

31 Ağustos 2015 Pazartesi

1 Kasım seçimlerinin ruhu: Aynı nehirde iki kez yıkanılmaz!

Hızla 1 Kasım seçimlerine doğru giderken, seçim sonucuna dair anketler, analizler, yorum ve tahminler ana gündem konumuz oldu. Bütün siyasi gelişmeleri seçim sonucunu nasıl etkileyeceği açısından değerlendiriyoruz. 2 Kasım sabahı büyük ihtimalle, 8 Haziran sabahı gördüğümüz tabloya yakın bir tablo ile karşı karşıya kalacağımıza ilişkin yaygın bir kanaat var.  

Ama ıskalanmaması gereken bir gerçek var:  Bir hükümet kurulamadığı için birkaç ay içinde yeniden seçime gitmek Türkiye’nin daha önce yaşadığı bir tecrübe değil. Böylesi bir seçimde seçmenin nasıl davrandığına ilişkin elimizde hiçbir veri yok. Bu nedenle seçmenin 1 Kasım’da nasıl davranabileceği konusunda akıl yürütürken ihtiyatlı olmakta yarar var.

Çünkü, daha önce bazı kritik dönemlerde de yaşandığı gibi, seçmen davranışında beklenenin ötesinde kaymalar ortaya çıkabilir.

Şu anda,  4 Partili meclis yapısı ve birinci ve ikinci partilerin yerinin değişmeyeceği neredeyse kesin gibi görünüyor. Milletvekili sayısı hatta oy oranı açısından da üçüncü ve dördüncü partinin yerlerinin değişebileceğine dair yorum ve anket sonuçları görüyoruz.   

Fakat bütün bunları şimdiden kesin bir veri gibi kabul etmemek gerek. Çünkü 7 Haziran sonrası ortaya çıkan kaotik ortamın nerelere varabileceğini henüz bilmiyoruz. Partilerin aday listelerinin özellikle küçük seçim çevrelerinde yaratacağı etkiyi ve bu etkinin nihai meclis tablosunu nasıl şekillendireceğini de bilemiyoruz. Nihayetinde 12 Eylül’deki AKP kongresinde, tüm oyun planlarını alt üst edecek bir değişim ve yenilenmeye cesaret edilip edilmeyeceğini de kestiremiyoruz.

Tüm bunlara rağmen, yaratılan toplumsal gerilimin, seçmen kararında bir büyük kırılmaya yol açma ihtimalini ve erken seçime gidilmesine neden olan tüm siyasi aktörleri kökten cezalandırma eğiliminde olabilme ihtimalini de peşinen yok sayamayız.

Nitekim seçmenin, 1995’te koalisyon hükümetinin bozulmasında etkili olan Deniz Baykal liderliğindeki CHP’yi, 2002’de benzeri bir duruma neden olan Devlet Bahçeli liderliğindeki MHP’yi barajın altına ittiğini biliyoruz.

Çeşitli araştırmalardan şimdilik gözüken net fotoğraf şu ki, aşağı yukarı seçmenin %90’a yakını kararını vermiş durumda. Çok küçük bir bölüm seçmen ise sandık başına gitmeyecek bir kararlılıkta görünüyor. Dolayısıyla 1 Kasım’da kararsız gözüken çok küçük bir orandaki seçmenin davranışı sonuçları belirleyecek.

PARTİLERİN KONUMLARI VE 1 KASIM’A MUHTEMEL ETKİLERİ

Her seçimin ayrı bir ruhu vardır. Ve bu ruha uygun davranan siyasi parti ve liderler sonuç alabilirler. Seçime doğru giderken siyasi partilerin önlerinde duran ana mesele, 1 Kasım seçimlerinin olağanüstü ruhunu kavramaktır.

Bugün itibariyle son derece düşük bir orana gerileyen “kararsız seçmen” 1 Kasım’da vereceği oyun yaratacağı somut sonuç konusunda, önceki seçimlerden çok daha duyarlı olacaktır. Vereceği oyun muhtemel hükümet formüllerinden hangisini mümkün kılacağı konusunda çok daha ince eleyip sık dokuyacaktır.

1 Kasım seçimlerinde programlar, vaatler, çılgın projeler ve siyasi iletişim taktikleri minimum düzeyde sonuç verecektir. Çünkü 1 Kasım seçimleri, siyasi partilerin ve liderlerin bu seçimin öne çıkardığı meselelere dair aldıkları pozisyonların seçmen kararını maksimum düzeyde etkileyeceği bir seçim olacak.

Partiler, Kasım seçimlerinin daha önce örneği yaşanmamış, çok özel ve farklı boyutları olan bir seçim olduğunu bilerek kampanya yürütmek zorundalar. 1 Kasım seçimini doğru tanımlamak ve bu seçimin anlamı konusunda seçmenle paralel bir anlayış ve duygu içerisinde davranmak her parti için hayati olacaktır.

MHP’NİN POZİSYONU : AŞAĞI TÜKÜRSEN SAKAL...

Bu açıdan bakıldığında, 7 Haziran’dan sonra sergilediği siyasi tavır nedeniyle MHP’nin kararsız seçmenlerin ilgisine fazlaca mazhar olamayacağı anlaşılıyor. Çünkü bugün itibariyle kararsız seçmenin, MHP’ye vereceği oyun neticede bir hükümetin kurulmasını sağlayacağına dair inancı kalmadı.

MHP muhtemel bir felaketten kurtulmak veya en azından oylarını nispeten korumak istiyorsa siyasi pozisyonunu değiştirdiğini peşinen ve erkenden ilan etmelidir. MHP seçmene 1 Kasım seçiminden sonraki muhtemel koalisyon kurma sürecinde farklı davranabileceğinin işaretlerini vermek zorundadır. Ama, doğrusu bu kadar büyük bir manevra siyaseten çok kolay değildir ve bu kadar kısa sürede bu kadar büyük bir pozisyon değişikliğinin çok dikkatli yapılması şarttır.

CHP’NİN POZİSYONU: “TÜRKİYE’NİN BİRLEŞTİRİCİ GÜCÜ” OLMANIN AVANTAJI

Kararsız seçmenin, vereceği oyun yaratacağı somut sonuç konusunda daha önce olmadığı kadar hassas hale gelmesinden en avantajlı çıkacak olan parti, bugün itibariyle CHP’dir. Çünkü CHP bu süreçte diğer tüm partilerle koalisyon kurma esnekliğine sahip olduğunu seçmene gösterdi. CHP hem CHP+ MHP + HDP koalisyonuna, hem AKP + CHP koalisyona, hem de HDP destekli bir MHP + CHP koalisyonuna açık bir pozisyon aldı. Dahası, 7 Haziran’da aldığı oylar bakımından üçüncü sırada olan MHP Genel başkanına Başbakanlık dahi teklif etti. Araştırmalardan anlaşılıyor ki, seçmen, CHP’nin bu tutumunu olumlu buldu. Kararsız seçmen, CHP’ye vereceği oyun bir koalisyon hükümetinin kurulmasına destek olmak anlamına geleceğinden emin durumdadır. 

Aslında 7 Haziran’dan bu yana yaşananlar, CHP’nin 2014 yerel seçimlerinden önce kendi pozisyonuna dair yaptığı yeni tanımlamanın ne kadar güncel, ne kadar gerçekçi olduğunu, Türkiye’nin temel ihtiyaçlarına ne kadar doğru bir karşılık verdiğini de göstermiştir. Hatırlanacağı gibi, CHP 2014 yerel seçimlerinden önce kendisini “Türkiye’nin Birleştirici Gücü” olarak tanımlamış ve bu konumlamayı yalnızca yerel seçime dönük olarak değil, genel bir siyasi hattı işaret etmek üzere yapmıştı. Son birkaç ayda bu hattın doğruluğunu gördük.

Bugün AKP’yi de MHP’yi de HDP’yi de bir koalisyon masası etrafında bir araya getirebilecek yegane demokratik güç olarak CHP’nin pozisyonu netleşti. Doğrusu her geçen gün daha iyi anlaşılmaya başlandı ki, Türkiye’nin böyle bir birleştirici güce hakikaten çok ihtiyacı vardır. Çünkü yıllardır yaşanan kutuplaşmanın ülkemiz siyasetçilerini “koalisyon bile kuramaz” hale getirmiş olması artık zurnanın son deliğidir. Kutuplaşmaya dayalı siyasetin iktidar yaratmaya yetmediği bir noktaya gelmiş durumdayız.

CHP’nin bu pozisyonunu 1 Kasım’a kadar olan süreçte daha da pekiştirmesi ve bu değerli pozisyonun farkında olarak pozitif, güleryüzlü, genç ve motive edici bir iletişim geliştirmesi şarttır.

AKP’NİN POZİSYONU: SEÇMENE ŞANTAJ YAPAN İLETİŞİM DİLİNİN DEZAVANTAJI

Bu seçimde kararsız seçmen, bu kadar kısa süre içinde ülkeyi yeniden seçim yapmak zorunda bırakan ve ülkeyi gerilime taşıyan iradeyi tespit etme ve onu cezalandırma eğilimi içinde olacaktır.

Seçmenin zihninde şu sorular olduğunu görüyoruz:  Kasım seçimleri de 7 Haziran gibi sonuçlanırsa ne olacak? Bu seçimler ne zamana kadar tekrarlanacak? Ülkeyi her üç ayda bir seçime götürmekten kurtarmak için kim fedakarlık yapmalı; seçmenler mi siyasetçiler mi?
Bütün bu haklı soruların yanıtları, kararsız seçmende koalisyona izin vermeyip ülkeyi seçime gönderen iradeyi cezalandırma eğilimini güçlendirmektedir. 

Seçmeni “ya AKP ya istikrarsızlık” , “ya AKP ya terör ortamı” gibi bir ikilem içerisinde bırakmaya dayalı bir seçim stratejisi yürüttüğü apaçık görülen AKP’nin bu stratejiyle, 1 Kasım’da istediği sonucu alması mümkün görünmemektedir. 

“400 milletvekili verin başkanlık işi huzur içinde çözülsün” demekten “tek başına iktidar verin, istikrarsızlık ve terör bitsin”e gerileyen AKP bu şantajcı yaklaşımının bedelini sandıkta ağır biçimde ödeyebilir.

7 Haziranda AKP’nin oy kaybetmesinde Erdoğan’ın tutum ve davranışlarının da etkili olduğunu çeşitli araştırmalardan algılayabiliyoruz. Anket sonuçları bize, “erken seçimi en çok kim istiyor” sorusunun “Cumhurbaşkanı” olarak yanıtlandığını gösteriyor. Koalisyona izin vermeyen, ülkeyi seçime gönderen Erdoğan bu tutumuyla AKP’ye yeni oy kayıpları yaşatacak gibi görünüyor.

AKP bu pozisyonunda inat ettiği müddetçe seçmen desteğini kaybetmeye devam edecektir. AKP bu süreçte derhal, kimi sözcülerinin dile getirdiği gibi, “Fabrika ayarlarına” dönmenin sinyallerini vermelidir. Tabii bir yandan Erdoğan’ın siyasetini sorgusuz sualsiz onaylamaya devam ederken bir yandan da “fabrika ayarları”na dönülüp dönülemeyeceği de cevaplanması gereken önemli bir soru.

HDP’NİN POZİSİYONU: DAHA ETKİLİ BİR BARIŞ DİLİ

Seçimler zihinlerde kazanılır. Zihinlerde algınız negatifse nötre, nötrse pozitife çevirmek zorundasınız. HDP bu yolda epey yol aldı ve bir etnisite partisi olduğu yolundaki net algıyı bulanıklaştırıp, “Türkiyeli” algısı inşa etti. HDP’nin bu süreçte, bu pozisyonunu tahkim edici iletişim dilini sürdürmesi, renklendirmesi ve sahaya yayması gerekir ancak yetmez.      

Demirtaş’ın, PKK’ya yönelik “amasız silahlı eylemleri durdurma” çağrısı, HDP’nin kararsız seçmen üzerinde etkili olabileceği en önemli alana işaret etmektedir. HDP bu çağrıyı güçlendirip, kitleselleştirdiği, çağrının samimiyetine dair çeşitli kesimlerdeki kuşku bulutlarını dağıttığı ölçüde oylarını artırabilir. HDP barış diliyle konuşmakla yetinemez; bu dil ve yaklaşımla etkili olabileceğini, sonuç alabileceğini de daha fazla kanıtlamak durumundadır.

SON SÖZ: GÖRÜŞMEK İÇİN KOLTUK PAZARLIĞI MI ŞART?  

1 Kasım seçimlerini en az 7 Haziran seçimleri kadar huzurlu ve güvenli bir ortamda gerçekleştirmek zorundayız. Bunun koşullarını yaratmak görevi başta iktidar olmak üzere bütün siyasi partilerdedir. Parti liderlerinden, seçim sonrasının muhtemel koalisyon görüşmeleri sırasında birbirlerine sergileyecekleri nezaketin ve karşılıklı konuşarak anlaşma heveslerinin bir kısmını da seçimden önce sergilemelerini bekliyoruz. Ülke bu kadar büyük bir gerilim ve kan gölü içerisindeyken bile siyasi partilerin bir araya gelip akan kanın durdurulması, seçim güvenliğinin sağlanması yolunda “istikşafi” görüşmeler dahi yapmıyor olmaları ülkemiz demokrasisi adına son derece umut kırıcı ve üzücüdür. 

Partiler arasında medeni bir ilişki ve sorun çözmeye dönük ciddi bir iletişim kurulabilmesi için ille de işin ucunda bir bakanlık pazarlığı olması mı gerekiyor?  

Radikal, 29 Ağustos 2015

28 Ağustos 2015 Cuma

AKP ile “normal” koalisyon mümkün mü?

AKP ile CHP arasında bir ayı bulan görüşmeler Pazartesi akşam saatleri itibariyle nihayet konuşmaya değer bir noktaya geldi. Ülkenin kaotik gidişatına çözüm olabilecek en önemli alternatif olarak algılanan AKP- CHP koalisyon seçeneğinin gerçekleşip gerçekleşmeyeceğini Cuma akşamı net olarak göreceğiz.

Görüşmeler devam eder ve zayıf bir ihtimal gibi görünse de koalisyon kurulabilirse, bu koalisyon “normal” bir koalisyon olabilir mi? Bir başka anlatımla gireceği onca riske karşın CHP, bu koalisyondan ülke, demokrasi ve kendi lehine sonuçlar üretebilir mi?

AKP – CHP koalisyonunun işleyen, dünyada örneklerini gördüğümüz “normal”  bir koalisyon olabilmesi için her şeyden önce AKP’nin yeniden “normal” bir parti olmaya karar vermesi gerekir.  

Evet, 7 Haziran seçimlerinin birinci partisidir, yüzde 40,5 oy almıştır ama AKP, Erdoğan’ın Cumhurbaşkanı olduğu 10 Ağustos 2014’ten bu yana normal bir parti değildir. 
  
Bir partinin bütün üyeleri, genel başkanlarının, - üstelik aynı zamanda başbakan olduğu halde -  partinin gerçek lideri olmadığına inanıyorsa…. 

Bir partiyi gerçekte yöneten kişinin resmen o partiyle hiçbir ilişkisi yok ise…  

Bir partiyi fiilen yöneten kişinin, o partiyle ilişkili olması bir Anayasal suç oluşturuyorsa…

O parti “normal” bir parti değildir. O parti içerisinde geçici bir durum söz konusudur ve bu sürdürülebilir bir durum değildir. Eninde sonunda istikrarlı bir dengeye kavuşmak durumundadır, yoksa o parti yok olur gider.

AKP, kendi içindeki ikiliği aşarak istikrarlı bir iç yapıya kavuşma imkanı olarak Başkanlık rejimine bel bağlamıştı ve 7 Haziran seçimlerine bu açıdan yaklaştı. Ancak Erdoğan’a göre tasarlanmış “Başkanlık rejimi” vaadi seçmenden onay almadı. 

AKP artık 10 Ağustos 2014’ten bu yana içinde bulunduğu anormal durumu başkanlık sistemiyle aşamayacağını anlamak ve “normalleşmek” zorundadır. AKP açısından “normalleşme”, partinin yalnızca seçilmiş yetkili organları tarafından yönetilmesini kabullenmek demektir. Bu kadar basit.

Erdoğan’sız bir AKP’nin olamayacağına inanan AKP’lilerin 7 Haziran’dan sonra önlerinde tek bir seçenek kalmıştır: Erdoğan’ı, Çankaya’dan inerek partinin başına geçmeye ikna etmek. Erdoğan ile AKP genel başkanı arasındaki ilişkinin son bir yıldır olduğu gibi devam edebilmesi gerçek bir parlamenter demokraside mümkün değildir. Seçmen 7 Haziran’da AKP’ye “parlamenter demokrasiyi değiştiremezsin” dediğine göre, AKP’nin önünde tek bir seçenek kalıyor: Kendini değiştirmek ve Erdoğan vesayeti altında yönetilmekten çıkarak “normal” bir parti haline gelmek. Aksi takdirde Erdoğan’ın 7 Haziran’da olduğu gibi AKP’ye yeni maliyetleri söz konusu olacaktır.

AKP’nin “normalleşmesi” meselesi sadece bir Davutoğlu – Erdoğan meselesi değildir. Davutoğlu değil de örneğin Sümeyye Erdoğan Başbakan olsa da sonuç değişmez. Cumhurbaşkanı ile Başbakan arasındaki ilişkileri demokratik kural ve teamüller çerçevesinde yürütemeyen her parti, hem sistemi aşındırır, hem de kendisi aşınır ve sonuçta kaybeder.

Örnek olarak verdim ama, eğer AKP’liler arasında Tayyip Erdoğan’ın Cumhurbaşkanı, Sümeyye Erdoğan’ın Başbakan olduğu bir düzeni hayal edenler var ise onlara Fransız Ulusal Cephe Partisi’nin onursal başkanı Jean Marine Le Pen ile kızı, partinin mevcut genel başkanı Marine Le Pen arasındaki ilişkiden ders almalarını öneririm.

Mayıs 2015’te, Ulusal Cephe Partisi genel başkanı Marine Le Pen, partinin onursal başkanı ve aynı zamanda babası olan Jean-Marie Le Pen hakkında medyaya şöyle bir açıklama yaptı: “O artık parti adına konuşmamalı. Onun önerileri artık partiyi bağlamayacak. Yönetimde olmadığı partinin hala varlığını sürdürmesine ve gücünü artırmasına maalesef tahammül edemiyor. Partiye oy verenlerin görüşlerine artık saygı göstermesi gerekir.”  

Benzeri bir örnek Tayland’da da yaşandı. Tayland’ın ilk kadın başbakanı Yingluck Shinawatra Mayıs 2011’de ağabeyi Thaksin Shinawatra’ın kurduğu partiden başbakan seçilmişti. Ama, görevini kötüye kullandığı için askeri darbeyle görevinden uzaklaştırılmış olan ve Dubai’de kaçak yaşayan ağabeyinin 2011 - 2014 boyunca partiyi ve ülkeyi dışardan yönetmesine ses çıkaramadı. Gerçek bir başbakan gibi davranamadı. Öz abisinin kanun dışı taleplerine karşı koyamadı. Sonunda ülkede olaylar patlak verdi ve Mayıs 2014’te Anayasa Mahkemesi tarafından görevinden alındı. Bugün Yingluck’ın elinde ne başbakanlık koltuğu kaldı, ne de parti…

Bu örnekler de gördüğümüz gibi, davulun ve tokmağın başka ellerde olmasına dayalı bir sistem, sistem değildir ve uzun vadeli yürümesi de imkansızdır. İmkansızdır, çünkü eşyanın ve siyasetin tabiatına aykırıdır.

AKP ile koalisyon yapmak için son derece öz verili bir tutum sergileyen ve aslında pek çok şeyi riske eden CHP’nin de her şeyden önce hangi AKP ile koalisyon yapmakta olduğu konusunda kafasının net olması şarttır. Söğütözü’nden, parti genel merkezinden yönetilen AKP mi, Beştepe’den Saray’dan yönetilen AKP mi?  Çünkü Kılıçdaroğlu’nun daha sonra seçmene dönüp, “Ben Davutoğlu ile koalisyon yaptığımı sanıyordum, meğer Erdoğan ile yapmışım” deme hakkı ve lüksü yoktur.

Cuma akşamından itibaren görüşmelerin devam edebilme ihtimali ortaya çıkarsa, belki de CHP yönetiminin daha önce ilan ettiği 14 ilkeden “Cumhurbaşkanı anayasal sınırlar içine çekilmelidir” şeklindeki ilkenin Erdoğan’a siyasi husumetten kaynaklanmadığını, bu ilkenin aslında en çok AKP’nin “normalleşebilmesi” için gerekli olduğunu muhatabına anlatabilmesi gerekir. Tabi muhatabının dinleme gücü varsa.

Radikal, 12 Ağustos 2015

12 Ağustos 2015 Çarşamba

“Belki yavaş yürüyoruz ama asla geri adım atmıyoruz.”

2009 yerel seçimlerinden kısa bir süre önce, Ka-Der yönetim kurulu üyeleri “daha fazla kadının yerel yönetimlerde yer alabilmeleri için” bizden kampanya istediklerinde verdiğim tepkiyi hatırlıyorum: “Hangi siyasi düşünceden kadınları kastediyoruz?”

“Her siyasi düşünceden kadınları” şeklindeki cevaplarını anlamakta zorlandığımızda, Ka-Der’ciler bize ufak çaplı bir “Demokrasi ve temsiliyet” dersi vermişlerdi. Kadın erkek eşitliğinde Türkiye dünyada 125’inci sıradaydı. Ülke nüfusunun yüzde 51’i kadınlardan oluşuyordu ama meclisteki kadınların oranı sadece yüzde 8’di. Yerel yönetimlerdeki kadın oranı yüzde 2’yi bile bulmuyordu. 81 validen sadece biri kadındı. Ülkedeki gayrimenkullerin ancak yüzde 9’u kadınlara aitti, vs... Bu gidişatı değiştirmenin yegane yolu, parlamento ve yerel yönetimlere daha fazla kadının girmesini sağlamaktı. 

Ka-Der’in davasını haklı bulduk. Ve dernek için çalışmaya karar verdik. O tarihten bugüne birlikte çalışıyoruz. Yaptığımız kampanyaların tek bir hedefi var: “Siyasi eğilimlerine bakılmaksızın daha fazla kadının siyasette yer almasına yardım etmek. Bunun için sürdürülebilir bir baskı kurmak. Siyasi liderleri her seçimde biraz daha sıkıştırmak. Orta vadede yüzde 50 temsiliyet oranına erişmek”.
 
2009 Yerel Seçim Kampanyası
2009 yerel seçimlerinde, aday belirleme sürecinde ilk kampanyamızı lanse ettik. Hiç bir konuda anlaşamayan Baykal - Erdoğan- Bahçeli üçlüsünü kadın meselesinde sonuna kadar hemfikir olan üç kafadar gibi gösteren “sıfır bütçeli” “Üçümüz de aynı fikirdeyiz!”kampanyası TV kanallarında, gazetelerde ve internet sitelerinde yüzlerce kez haber konusu oldu. Tabii ki, liderler bu kampanyadan etkilenerek kadınlara adaylık kapılarını hemen açmadılar. Dahası, Devlet Bahçeli “kişilik haklarına saldırı” olduğu iddiasıyla dava yoluna gitti ama davayı kaybetti. Fakat kampanya iletişim anlamında hedefine ulaşmıştı. Kampanyanın ikinci ayağı üç liderin tercihlerini özetliyordu: “Üçümüz de erkekleri seçtik!”
2011 Genel seçimleri - "275 Kadın" kampanyası


2011 genel seçimlerinde Ka-Der yönetimi çıtayı yüzde 50’ye yükselttiğinde kampanyamız neredeyse kendiliğinden şekillenmişti:  “275 Kadın…” İş, eğlence, medya, sanat ve kültür dünyasından 10 ünlü kadını sözcü olarak kullandığımız bu ikinci kampanyada Gerçek demokrasi ve eşit temsil için 275 kadın” milletvekili istiyorduk. 

2011 Viral kampanya -Ya kadın olsaydın Tayyip Bey?
2011 Viral kampanya -Ya kadın olsaydın Kemal Bey? 
2011 Viral kampanya -Ya kadın olsaydın Devlet Bey?
Kampanyanın viral tarafında siyasi parti liderlerine dokunmayı ihmal etmedik! Viral kampanya olarak hazırladığımız görselleri sadece kendi kişisel blogumda yayınladım ve olanlar oldu: 3 görselin üçü birden medyada ve sosyal medyada 2-3 saat içinde çok hızla yayıldı, yılın en önemli “Buzz” hadiselerinden biri oldu. 2011 genel seçimlerinin sonunda Ka-Der kampanyasının da etkisiyle meclise 79 kadın milletvekili girdi.



Siyasi partilerin içinde aday belirleme süreçleri ile ilgili “adil demokratik rekabet yolu” açılmadığından 2014 yerel seçimlerinde hedef kitlemiz yine liderlerden ibaretti. Tek seçici konumundaki parti liderlerinin alnına post-it’leri yapıştırdık: “Kadın adayları unutma!”

7 Haziran 2015 genel seçimleri öncesinde Ka-Der yönetim kurulu “liderlerin kadınlar lehine pozitif ayrımcılık sözleri verdiklerini ama kendi kadın kotalarına bile uymadıklarını” bize anlattılar ve liderlerin kadın hareketinin sesini duymazdan gelen tavırlarını konu edinen bir kampanya talebinde bulundu. Kampanyamız böylece şekillendi: “Biz ne söylüyoruz, onlar ne anlıyor!”

7 Haziran seçimlerinin sonucunda meclisteki kadın milletvekili sayısı 98’e ulaştı. Psikolojik eşik diyebileceğimiz 100 rakamına dayandı. Bu sonuç kimine göre yetersiz, kimine göre bir başarı. Biz, Avrupa ve Amerika demokrasilerindeki kadın sayılarıyla kıyasladığımızda sonucun ne denli önemli bir başarı olduğunu görebiliyoruz. Kurulalı henüz yirminci yılı dolmadan, Ka-Der “275 kadın” milletvekiline erişmeyi amaçlayan nihai hedefinin yüzde 35’ine ulaşmış oldu.

Kader'in haklı mücadelesinin sonucu.

Ka-Der’in toplamda neredeyse sıfır bütçeyle elde ettiği bu muazzam başarı, haklı bir davaya tutkuyla inanmış çok az sayıda insanın bile neler başarabileceğinin Türkiye’deki ender örneklerdendir. Ka-der’in bu başarısına karınca kararınca katkıda bulunan bir ekibin lideri olarak, gelinen noktayı Abraham Lincoln’ün sözüyle izah etmek isterim: “Belki yavaş yürüyoruz ama asla geri adım atmıyoruz.”

MediaCat, Agustos 2015 sayısında yayınlanan yazıdan...