Necati Özkan ve Seçim Zamanı

23 Temmuz 2014 Çarşamba

Yaratıcı sınıfları ikna edemezse Türkiye’nin işi zor

Türkiye'nin yaratıcı sınıflarının ilk global başarısı, diziler...
Türkiye kuruluşundan bugüne yaratıcılığın ve yeteneğin değerini bilen bir ülke olmayı başaramadı. Başka ülkelerde yetişen yetenekleri çekmek konusunda bilinçli bir politika da geliştiremedi. Sadece savaş ve uluslararası kriz zamanlarında göç kabul etti. Farklı etnik gruplardan çeşitli alanlarda yartıcı gücü bilinen vatandaşlarına hayatı zindan ederek elinden kaçırdı.

Daha da ötesi, tüm eğitim masraflarını kendi kaynaklarıyla karşıladığı binlerce yaratıcı beyni başka ülkelere kaptırdı, kaptırmaya devam ediyor.

Bugün ülkeler arasındaki rekabetin en önemli alanı yaratıcı sınıflardır. Bir ülke her meslekten ve iş kolundan ne kadar yaratıcı yetiştirebiliyor veya ithal edebiliyorsa o kadar hızla zenginleşiyor.

Dünya üzerinde kalkınmış hangi ülkeye bakarsanız bakın, zenginliklerinin temelinde hep aynı şeyi görürsünüz: Yaratıcılık! Yaratıcılığın değerini önce kavrayan toplumlar, hızla diğerlerini geride bıraktılar. Farklılıklardan korkan, yaratma cesaretinden yoksun toplumların hali ise ortada.

Türkiye ve televizyon deyince…

Türkiye’de son dönemlerde reklamcılık, sinema ya da müzik gibi alanlarda yaratıcı isimlerin varlığından söz etmek mümkün. Ancak bizde yaratıcılık henüz herkesin kendi yolunu kendi başına açarak ilerleyebildiği son derece zorlu bir parkur.      

Kendi kendine yeni bir yol açan ve bizi, Dünyayla ilişkimizi yeniden düşünmeye sevk eden dizi film sektörü bu alanda oldukça iyi bir örnek.

Gerçekten de dizi film ihracında son derece hızlı, şaşırtıcı gelişmeler yaşanıyor. Bugün Türkiye yalnızca ortak bir tarih ve kültürü paylaştığı yakın coğrafyasındaki ülkelere televizyon dizileri pazarlayan bir ülke değil artık. 

Örneğin İsveç’te yayınlanan bir Türk dizisi de rahatlıkla ülkede yayınlanan tüm Amerikan dizilerini geride bırakıp en fazla izlenen dizi olabiliyor. (Başrollerini Yiğit Özşener, Nehir Erdoğan, Erkan Can, Engin Altan Düzyatan, Berrak Tüzünataç’ın paylaştığı    “Son” adlı bu televizyon dizisi İsveç dışında 30 küsur ülkeye daha satılmış. Dizinin yeniden çekim  haklarını alan iki de ülke var: Amerika Birleşik Devletleri ve Rusya.)

Bir düşünün; diziler olmasa, Türkiye bunca ülkedeki televizyon izleyicilerinin gündeminde – hem de haftalarca – kendine nasıl yer  bulabilirdi? O izleyiciler ki “Türkiye ve televizyon” denince muhtemelen akıllarına doğal ya da insani felaketlerin haberleri gelmektedir…

Türkiye’nin en etkili  “soft power”ı

Doğaları itibariyle, yaratıcılık sektörünün ürünleri yalnızca birer ürün değildirler. Bu tarz ürünler  sembolleri, değerleri, mesajları taşıma kapasiteleri açısından diğer ürün ve hizmetlerden çok daha fazla potansiyele sahiptirler. 

Nitekim, Türk dizilerinin dış pazarlara satışı ve yayınıyla birlikte yeni bir sürecin başladığını görüyoruz. Bu diziler, fındık, incir ya da buzdolabı satarak elde edemediğimiz bir gücü sağlıyorlar. Bu, günümüz diplomasisinde “soft power” denilen güçtür ve dizi ihraç ettikçe, Türkiye’nin sahip olduğu bu gücün olumlu sonuçları daha net bir biçimde ortaya çıkmaktadır.

Türk dizilerinin ihracı, sadece o ülkelerdeki insanların ülkemize bakışını etkilemekle kalmadı, daha da önemlisi, turizmimizi de tetikledi. Son yıllarda Ortadoğu, Balkanlar, Kafkaslar ve Orta Asya pazarlarından Türkiye’ye turist akmasının en önemli nedenlerinden biri hiç kuşkusuz bu dizilerin yarattığı pozitif etkidir.

İhraç edilen diziler, Türk markalarının o ülke pazarlarına daha kolay girmesine ve orada tutunmasına da destek oluyorlar.

Sürdürülebilir gelişmenin temel şartı

Televizyon dizilerinin ortaya koyduğu örnekten Türkiye olarak alacağımız çok ders var. Her şeyden önce bu başarı hikayesinin sürdürülebilir olup olmadığını sorgulamalıyız.

Pek çok alanda olduğu gibi bu alanda da sürdürülebilirliği sağlayabilmek için kurumsal mekanizmaları kurmak ve işletmek zorundayız. Dizi sektörünün başarısı büyük ölçüde devletin desteği dışında, kendi başına sağlanmış bir başarıdır. Gerekli kurumsal destek sağlanmazsa, yoğun rekabet ortamı içerisinde dönemsel bir başarı olarak da kalabilir.

Türkiye, dünyanın tüm yetenekli, yaratıcı insanları için özgürlük ve fırsat sunan bir ülke haline gelebilmelidir. Günümüz dünyasında sürdürülebilir ekonomik ve insani gelişmenin itici gücü budur. 

İhtiyaç duydukları sosyal ve kültürel iklimin sağlanacağına dair yaratıcı sınıfları ikna etmedikçe Türkiye’nin geleceğine güvenle bakmamız mümkün değildir.

Radikal- YeniAkıl, 23 Haziran 2014, http://www.radikal.com.tr/yazarlar/necati_ozkan/yaratici_siniflari_ikna_edemezse_turkiyenin_isi_zor-1203351

21 Temmuz 2014 Pazartesi

Gürültü yapma konumlama yap!

Seçim kazanmanın yolu konumlandırma becerisinden geçer.
Seçim kampanyaları denince, bu topraklarda herkesin aklına slogan, şarkı, bayrak ve amblem gelir. Oysa bunlar sadece taktik araçlardır. İş stratejide başlar, konumlandırmada biter.

Üç bin yıl önce Çin’de yaşamış olan Tsun Tzu “Taktiksiz bir strateji zafere giden en yavaş yoldur. Stratejisiz taktik ise yenilgiden önce yapılan gürültü patırtıdan ibarettir” dediğinden beri dünyada bir şey değişmedi.

Gerçekten de bir seçim kampanyasını başarıya götüren şey bütçesinin büyüklüğü, medya desteği veya sloganı değildir; partinin veya adayın konumudur. Dünya demokrasi tarihi, konumlandırma hatalarından kaynaklanan unutulmaz derslerle doludur.

1964 ABD Başkanlık Seçimleri

Tarihte konumlandırma ile ilgili en çarpıcı örneklerinden biri 1964 seçimlerinde Amerikan başkanlık seçimlerinde yaşandı. 1963 Kasım’ında Kennedy öldürülünce, yerine silik Başkan Yardımcısı Lyndon B. Johnson geçmişti.

1964 Kasım’ında yeni başkanlık seçimlerine gelindiğinde  Türkiye’ye yazdığı Kıbrıs mektubuyla bilinen Johnson Demokratların yeni adayı oldu. Karizmatik siyasi kimliği ve aşırı militarist fikirleriyle tanınan Barry Goldwater ise Cumhuriyetçilerin adayıydı.

Goldwater tam bir anti komünistti. Fikirleri nedeniyle ona “Mr. Muhafazakar”’lakabı takılmıştı. Kampanyasında Vietnam’da nükleer silah kullanmaktan Küba’yı işgal etmeye ve hatta Kremlin’e bir kaç atom bombası sallamaya kadar varan aşırı fikirler dile getiriyordu. Komünizmin yayılışını engellemek için nükleer dahil her türlü silah gücünü kullanmayı vaadediyordu. Sloganı “In your heart, you know he’s right. / In your heart, you know he might” (Kalbiniz onun haklı olduğunu biliyor / Kalbiniz onun -nükleer - kullanabileceğini biliyor) şeklindeydi.

Papatya spotu ve barışçıl aday konumlaması

Lyndon Jonhson’ın kampanyasını DDB’den Tony Schwartz üstlenmişti. Schwartz, seçim kampanyasında Goldwater’ın yüksek iradeli liderlik imajına karsı Johnson’ı barışın sesi olarak konumladı. Schartz’ın yarattığı “Papatya Spot” olarak bilinen şu film seçimlerin sonucunu belirledi:


Johnson kampanyası bu filmle, “Ya yeryüzünde birlikte yaşamayı öğreneceğiz yada karanlığa gömüleceğiz. Ya hep birlikte yaşayacağız veya öleceğiz. Bu seçimde evde kalmanın maliyeti çok yüksek” diyordu.

Johnson için zamanın ruhuna ve seçmenin beklentilerine uygun bir konumlama yapılmıştı. Amerikan seçmeni savaşı değil, barışı ve sağ duyuyu seçti. Goldwater tüm gücüne rağmen % 38.5 oy alabildi. Johnson ise % 61.1 oy alarak tüm zamanların en önemli rekorlarından birini kırdı.

(Meraklısına not: Kennedy %49.7, Bill Clinton % 43, Obama %52,9 oy oranıyla kazanmıştır.)

Kampanyasındaki “barışçıl lider” konumlamasının tersine, Lyndon B. Johnson başkanlığının ilk yılında Vietnam’a askeri müdahele kararı verdi. Bu karar ona o kadar itibar kaybetti ki, 1968 seçimlerinde ikinci kez aday dahi olamadı.

Cumhurbaşkanlığı seçimleri ve konumlandırma

Bundan tam 20 gün sonra Cumhurbaşkanlığı seçimleri için sandık başına gideceğiz. Bu 20 gün, yarışan 3 adayın konumlarının netleştirilmesi için kullanılabilecek en kritik zaman.

Adaylardan Başbakan Erdoğan, hem içeride hem dışarıda şahin politikaların savunucusu. Mısır’dan Suriye’ye, İsrail’den Irak’a kadar bölgesel ilişkiler, tamir edilmesi zor noktalara geldi. Gezi sonrasında Erdoğan’ın politikalarına asla güven duymayan bir çoğunluk oluştu. Buna rağmen Erdoğan, “Yeni Türkiye” dediği bir vizyonun iletişimini yapıyor. Bu vizyonu anlatabilirse 30 Mart’ta % 44 olan oyunu artıracak.

6 siyasi partinin ortak adayı olan Prof. ihsanoğlu, huzurun ve toplumsal birliğin temsilcisi olmak üzere ortaya çıkarılmıştı. Fakat iletişim stratejisi kafaları karıştırdı.

İhsanoğlu “ekmek” vurgusuyla iş ve aş derdindeki, ekmek kavgası içindeki halkın yanında yer alacağını mı söylemek istiyor, yoksa ülkeye sevgi saygı dirlik tohumları ekeceğini mi ifade etmek istiyor, netleştirmeli.   
  • Sevgi saygı tohumları ekmek son derece sembolik, duygusal bir vaattir ve aday açısından belirli bir konuma işaret eder. 
  • Eğer İhsanoğlu halkın sofrasındaki ekmeği kendisine mesele ettiğini söylemek istiyorsa daha farklı bir konumu kendine seçmiş demektir ki bu kez de  “sevgi - saygı” duygusallığı ve sembolizmi içerisinde tutum alamaz. Daha somut, günlük hayatın gerçeklerine daha fazla temas eden bir dille iletişimini kurmak durumundadır.
  • “Ekmek” kelimesinin farklı anlamlarıyla verilmeye çalışılan mesajlar siyasal konumlandırma açısından büyük bir belirsizlik ve önemli riskler içeriyor.

Kalan zamanda bu karışıklığın giderilmesi şart. Aksi taktirde, kendisini aday gösteren siyasi partilerin  % 44 civarındaki toplam tabanlarında hissedilmekte olan bölünme, trajik sonuçlar doğurabilir.

Demirtaş ise, etnik bir davanın değil, tüm seçmenlerin taleplerinin savunucusu konumunu elde edebilirse % 7-8 civarındaki tabanını genişletebilecek.

Zamanın ruhuna uygun konumlama seçim kazandırır

Kalan 20 günde konumlarının açık ve net olmasını sağlamak adayların en temel ihtiyacı. Aksi halde yaptıkları iletişim sonuçsuz kalabilir.

Konumu zamanın ruhuna ve seçmenin beklentilerine uygun çizilmemiş aday, siyaset sahnesine geldiği hızla gider.

21 Temmuz 2014, Radikal- Yeni Akıl, http://www.radikal.com.tr/yazarlar/necati_ozkan/gurultu_yapma_konumlama_yap-1202899

16 Temmuz 2014 Çarşamba

Hangi adayın sloganı daha doğru?

Dikkat çekmek bir slogan için gereklidir ama yeterli değildir.
Akşam saatlerinde iş çıkışında Taksim civarında olduğunuzu düşünün. Taksim Meydanı’ndan İstiklal’e doğru ilerliyorsunuz. Karşıdan mahşeri bir kalabalık size doğru geliyor. Farklı cinsten, farklı hayat tarzlarından, farklı inanışlardan, farklı boy ve kilodan binlerce insan... Belirli bir ritimle size doğru akan bir büyük sel... Aynı şekilde, sizinle aynı yönden karşı tarafa doğru yürüyen bir o kadar insan...
Genellikle o yüksek ritimde size doğru ilerleyen kalabalıkta gördüğünüz insanlar hafızanızda yer etmez, dikkatinizi çekmez. Gördüğünüz an, gördüğünüz kişileri unutursunuz. O büyük kalabalığın içinde ancak herhangi türden çekiciliğe sahip birileri olursa fark edersiniz.
Diyelim ki, size doğru yürüyen son derece şık, kıpkırmızı elbiseli, siyah güneş gözlüklü, zarif bir şapka ve ince topuklu ayakkabı giymiş genç ve güzel bir hanım, yürüyüşündeki ve tarzındaki incelikle kalabalıktan sıyrılabilir ve sizin dikkatiniz çekebilir. Kendisine bakmanızı sağlayabilir.
Sloganın ilk görevi
İşte, bir kampanyada sloganının ilk görevi budur. Hedef kitlesinin dikkatini çekmek. Binlerce mesajın arasından sıyrılıp kendisine baktırmak, konuşturmak...
İlk görevi bu olsa da, nihai başarı için bu özellik yeterli değildir.
Çünkü, yanlızca güzel ve doğru olan değil, yanlış ve çirkin olan da dikkat çekici olabilir. İstiklal Caddesi benzetmesinden devam edecek olursak, pekala kötü giyinmiş, bakımsız ve çirkin bir kadın da - örneğin eteğini kaldırarak – o mahşeri kalabalık içinde dikkatinizi çekebilir. Demem o ki dikkat çekmek bir slogan için gereklidir, ama yeterli değildir.
Doğru bir slogan nasıl olur?
Bir seçim kampanyasında slogan en az şu üç unsurla uyum içerisinde ise doğru bir slogandır:
  • Adayın kişisel özellikleriyle
  • Kampanyada ortaya konulan fikir ya da vaatleriyle
  • Seçmenin beklentileriyle

Tabii bir sloganın doğru olması yetmez. Aynı zamanda etkili olması da beklenir. Bir sloganın etkili olabilmesi için de samimi, cesur, net, farklı olmak gibi daha psikolojik ve sübjektif özelliklere sahip olması gerekir. Sloganın çağın gerisinde olmaması, zamanın ruhunu güçlü biçimde yansıtması gerekir.
Slogan ve logo takıntısı

Tek başına slogan veya logo bir adaya seçim kazandırmayacağı gibi, seçim de kaybettirmez. Slogan (ve bazen de logo) sadece adayın stratejisinin daha kolay anlaşılmasına yardım edebilir. Bununla birlikte, siyasiler bazen slogan ya da logoya kendilerini o kadar kaptırırlar ki, onun her televizyon spotunda, her radyo spotunda, her broşürde, her ilan ya da afişte kullanılması konusunda ısrar ederler.

İşe yaradıkları yerlerde slogan ve logonun kullanılması doğrudur. Ama eğer bir yerde gereksiz görünüyorlarsa, kullanmanın bir anlamı yoktur.

Mesaj açık ve net olmalıdır

Eksiksiz bir stratejinin bir parçası olarak slogan, ya belirli hedef gruplara ya da seçmenlerin tamamına iletilecek doğru mesajı içeriyor olmalıdır.

Bununla birlikle mesaj ne olursa olsun, herkes tarafından anlaşılacak açıklıkta ve netlikte olmalıdır. Eğer kampanyanın sonunda seçmenler, adayın kendilerine ne söylemeye çalıştığını hala anlayamıyorsa bu – seçmenlerin değil – adayın hatasıdır.

Üç aday üç slogan

Şimdi bunları dikkate alarak adayların şu sloganlarını değerlendirin. Ve hangi sloganın daha doğru ve etkili olduğuna seçmen olarak siz karar verin:
  • Recep Tayyip Erdoğan: “Yeni Türkiye yolunda. Milli irade, milli güç.”
  • Ekmeleddin İhsanoğlu: “Ekmek İçin Ekmeleddin.
  • Selahattin Demirtaş:Bir Cumhurbaşkanı düşünün ayrımcılık yapmıyor, birleştiriyor, barıştırıyor.” “Bir Cumhurbaşkanı düşünün bağlamadan başka bir şey çalmıyor.”

       Radikal - Yeni Akıl, 16 Temmuz 2014,  http://www.radikal.com.tr/yazarlar/necati_ozkan/hangi_adayin_slogani_daha_dogru-1202114