Necati Özkan ve Seçim Zamanı

21 Ağustos 2007 Salı

‘Sokağa hakim olan sandığa hakim olur’

Yıl 1950. Türkiye kıpır kıpır, tutkulu... Seçimlerin hemen öncesi...

İktidarda ezici çogunluğa dayalı CHP hükumeti var. CHP’nin 27 yıl süren tek parti rejimi, bu partinin devlet gibi algılanması için gerekli herşeyi sağlamış. CHP il başkanları, bulundukları ilin valisi konumundalar. Hükumet, ordu, emniyet, bürokrasi, bakanlıklar, belediyeler, radyo ve gazete gibi yayın araçları CHP’nin denetiminde. Açıkçası durum algıdan öte gerçek; CHP herşey! CHP devletin ta kendisi!

4 yıl önce kurulan Demokrat Parti, 1946’daki ilk denemede halkın dikkatini çekmeyi başarmış. CHP=Devlet ikilisinin her türlü önlemine ve engellemesine rağmen bu ilk seçimde TBMM’ye 62 milletvekilini de sokabilmiş. Ama şimdi yeni bir şey yapmalı... Seçmene, CHP=Devlet ikilisinin engellemesine takılmadan ulaşabilecek bir kanal bulmalı...

O kanalı, Celal Bayar’ın kapalı bir toplantıda söylediği iddia edilen “CHP’nin devlete hakimiyeti bugün için sarsılmazdır. Bizim bunun aksine sokağa hakim olmamız lazım. Zaten sokağa hakim olan, sandığa hakim olur; sandığa hakim olansa devlete...” cümlesinde buluyorlar: Sokaklar! Ve o kanalı tutkuyla kullanıyorlar. Demokrat Parti, 1950 seçimleri öncesi tüm ülkeyi meşhur afişiyle donatıyor...“Yeter! Söz milletindir!”

Sonuç: Sonuç malum: Ülke, sokakların gücüyle demokrasiye geçiyor! DP, 10 yıl sürecek ve ancak askeri müdaheleyle son bulacak iktidara kavuşuyor...

Yıl 1973. 12 Mart darbesinin travma etkisi yeni yeni atlatılıyor... Türkiye yine kıpır kıpır, yine seçim var...

12 Mart’a karşı cesur duruşuyla siyasetin parlayan yıldızı Ecevit. Genç, heyecanlı, tutkulu bir lider. Bu genç lideri tutundurmak için yeni birşeyler yapmak lazım..

O şey bir mitingde kendiliğinden CHP’li siyasetçilerin kucağına düşüyor. Mitingin sonlarına doğru alana gelen Anadolu kadını soruyor: “Karaoğlan nirede ha evlatlar, Karaoğlanı görmek istiyom!” Herkes ninenin Ecevit’i kasdettiğini anlıyor. Partinin propaganda sorumluları can havliyle aradıkları o yeni şeyi bulduklarından öyle eminler ki, hemen start veriyorlar. Önce parti gençlik kollarındaki delikanlılar görevlendiriliyor: Meydanlar ve duvarlar “Umudumuz Karaoğlan” sloganlı afişlerle kaplanıyor. Ardından görevi seçmen kendiliğnden devralıyor; dağ taş aynı sloganla doluyor...

Sonuç: Ortanın Solu iktidar oluyor!

Yıl 1979, İngiltere. “Üzerinde güneş batmayan imparatorluk” günleri çoktan geride kalmış. İşçi Partisi iktidarı, gidişatı değiştirememiş, hatta topyekün fakirleşmeye neden olmuş. Ve seçim zamanı gelmiş çatmış...

Muhafazakar Partinin yeni lideri Margaret Thatcher, yeni ekonomik politikalarıyla Birleşik Krallık’ın eski parlak günlerini geri getirmek istiyor. İşçi Partisi hükumetinin kitleleri işsiz yığınlarına çeviren sözümona sosyal adaletçi-sendikalist politikaları neredeyse dokunmadık hane bırakmamış, her evden işşizlerin oluşturduğu kalabalıklar tüm zamanların en yüksek oranına yükselmiş...

İngiltere’nin ekonomik iflası öyle bir kullanmalı ki seçmen, İşçiler’den desteğini uzun süre kessin. Çözümü Saatchi kardeşler buluyor: İş ve İşçi Bulma Kurumu önünde uzun kuyruklar oluşturan işsiz İngiliz vatandaşları ve “Labour isn’t working” sloganının bulunduğu billboardlar... Tüm İngiltere bu billboardlarla donatılıyor...

Sonuç: Sonuç muazzam oluyor ve Muhafazakar Parti 17 yıl sürecek olan iktidarına başlıyor!

Son bir örnek: Yıl 2002. DSP-MHP-ANAP koalisyonu ülke tarihinin en büyük ekonomik yıkımına neden olmuş...

Ülkede bir başka seçim zamanı... Tüm partiler endişe içinde. Seçmenin canı öylesine yanmış ki, birileri bu faturayı ziyadesiyle ödeyecek. Merkez partilerin nerdeyse tamamı medyaya deli paralar akıtıyor.

Sadece AKP geleneksel medyada herhangi bir harcama yapmıyor...Tüm merkez partilerinden farklı olarak sadece outdoor kampanyası yapıyor. Büyük kentlerdeki bilboardlar, yerel yönetimlerde iktidarda olmanın da verdiği güçle kapatılıyor. Kasabalar, sokaklar Recep Tayyip Erdoğan’ın posterleriyle donatılıyor.

Sonuç: Henüz 1 yaşına basmamış AKP ve onun “sakıncalı” lideri tekbaşına iktidar!

Bütün bu örnekleri çoğaltmak mümkün.

Özetle söylemeye çalıştığımız şey çok belli öyle değil mi: Outdoor güçlü bir mecra. Hele siyasetin pazarlanmasında bu mecra çok daha güçlü ve önemli. Bunun nedeni, bu mecranın hayatın heryanında olmasından kaynaklanıyor.

Pazarlamada en önemli görevlerden birisi hedef kitlenin doğru tespitidir. Bu malı kim alacak? Ne sıklıkta kullanacak? Kimler daha sık kullanabilir? Bu kişileri nerde nasıl bulur, kalbini nasıl fethederim? Vs, vs... Ama siyastin pazarlamasında bu soruların çoğu anlamsızlaşır. Çünkü, hedef kitleniz tüm kişilerdir. Bu nedenle de 18 yaşın üzerindeki tüm vatandaşları hedeflersiniz. Üstelik bu kişilerin gelirleri ne olursa olsun sizi bir kere satın alırlar. (Bir seçimde bir kere oy verirler.)

Böyle olunca da, seçimlerde kullanılan iletişim ortamlarının hangisinin, bizim partimizin/ liderimizin/adayımızın mesajlarının iletilmesinde daha etkin olduğu sorusuna doğru cevap bulmak önemli hale geliyor. Celal Bayar’a atfedilen ve zaman zaman başka politikacılarca da dile getirilen “sokağa sahip olma” düşüncesi, bazı siyasetçiler açısından bu sorunun cevabının outdoor olduğunu bize anlatıyor. Acaba gerçekten böyle mi?
Kampanyaların Etkinliği


Evet diyenler %


Soru: Son birkaç hafta içerisinde …?

5-10 Mayıs 2005,
%
… televizyonda herhangi bir partinin seçim yayınını izlediniz mi?
70
… ilan panolarında siyasi reklamlara rastladınız mı?
62
… televizyondaki liderler programını izlediniz mi?
46
… gazetelerde siyasi reklamlar okudunuz mu?
48
… radyoda herhangi bir partinin yayınını dinlediniz mi?
20
… herhangi bir siyasi parti temsilcisinden telefon aldınız mı?
7
… herhangi bir siyasi partinin kampanyasında görev aldınız mı?
3
… herhangi bir siyasi partinin web sitesini ziyaret ettiniz mi?
4
… partiler ya da adaylarla ilgili bilgi almak amacıyla interneti kullandınız mı?
7
… bir adayın mitingine katıldınız mı?
2
… posta kutunuz vasıtasıyla herhangi bir partiden video kaseti aldınız mı?
3

Kaynak: MORI, Taban: c. 1000, 18 yaş üstü İngiliz seçmenleri. / Election Time 05- EAPC yayını

Bu tablo, İngiltere’de yapılan 2005 genel seçimlerinden hemen sonra gerçekleştirilen bir anketin sonuçlarının bir kısmını gösteriyor.

Görüşülen her yüz kişiden 62’si seçim kampanyası döneminde bir siyasi partinin afişini gördüğünü beyan etmiş. Bu oran neredeyse televizyonlardaki yayınların izlenme oranına yakın, seçim tartışmalarını TV’lerden izleyenlerin ve gazetelerdeki ilanlara rastlayanların oranınlarının birbuçuk katı. İlginçtir ki sonuçlar, İngiltere gibi ileri bir ülkede bile siyasi mücadelelerin artık siber ortamda geçeceği yönündeki öngörülerin oldukça abartılı olduğu kanıtlıyor. Seçmenlerin yalnızca %4’ü bu kampanyaları gördüğünü beyan etmişler.

Gazetelere verilen siyasi reklamların okunurluk oranı ise, ülkemize nazaran daha yüksek bir gazete satış oranına sahip olan İngiltere’de bile, nüfusun ancak yarısının, bu mecralardaki mesajları gördüğünü ortaya koymuş oluyor.

Özetle araştırma sonuçları, sokaklara hakim olmanın ne anlama geldiğini bize gösteriyor. Benzeri başka araştırma sonuçlarından haberdar olmanın bir sonucu olsa gerek, İngiliz siyasi reklamcılığının en dikkate değer ürünleri her zaman açıkhava için yapılmıştır.

Ülkemizdeki toplam gazete tirajının, nüfusun % 10’undan bile daha düşük olduğu gerçeği de siyasi iletişim için outdoorun neden önemli bir mecra olduğunu anlaşılır kılıyor. Özellikle büyük boyutlu açıkhava uygulamaları, sadece görünürlük için değil, seçmen zihninde pozitif bir algılama için de önemli hale geliyor.

22 Temmuz 2007 Genel Seçimlerinde de bu kuralın değişmediğini gördük. AKP, ülke çapında outdoor kullanmadık yerleşim birimi bırakmadı. Her kentte ve her kasabada, klasik outdoor araçlarının yanısıra, o yörenin stratejik olarak önemli lokasyonlarında duvar kiralamaları yapıldı. O lokasyona en yakın mesafedeki toplumsal merkeze ilişkin mesajlar kullanıldı. Benzer şekilde, karayolları, sahiller, havaalanları ve toplu nüfus hareketlerinin olduğu “HUB”larda kiralamalar yapıldı.

Bir kez daha, sokağa hakim olan, iktidara hakim oldu.

Demokrasiyi savunmak kazandırıyor

Bu seçimde Türk seçmeni üzerinde mağduru kollama düşüncesi mi etkili olur, yoksa ‘Aman ortalık karışmasın’ düşüncesi mi?

Necati Özkan: 90’lı yılların başından 2002 seçimlerine kadar olan süreçte demokrasi dışı güçlerce yapılan her müdahalenin Milli Görüş geleneğinden gelen partilerin güçlenmesine yaradığını görüyoruz. Ben bu müdahalenin de aynı şekilde sonuçlanacağını düşünüyorum.

Geçmişte “mağduriyet” politikasının kazandırdığını gördük. Ama bu kez tam olarak mağduru oynamadı AKP. Tam tersine Genelkurmay’ın bildirisine “Sen de kim oluyorsun? Hükümet benim ve sen benim altımda bir memursun” dedi. Bence onlara kazandıran mağdur duruşu değil, bu duruş oldu.

Bu tepki, 12 Mart Muhtırası’nın ertesinde, 1970’lerin başında, bir milli uzlaşma hükümeti kurmak isteyen orduya karşı, Bülent Ecevit’in gösterdiği tepkinin bir benzeri aslında. Ecevit, Nihat Erim ve Sadi Irmak hükümetlerine CHP’nin destek vermesine şiddetle karşı çıkmıştı. İsmet İnönü tam tersini düşündüğü için partisindeki görevinden istifa etmişti. Bu duruşunun sonucunda Ecevit’in, milli kahraman İsmet İnönü’ye karşı genel başkanlık mücadelesini kazandığını ve seçimlerden de CHP’yi birinci parti yaparak çıktığını gördük. Ecevit bir sonraki seçimde de solun yakaladığı en yüksek oyu aldı. Demokrasiyi savunmak, askere karşı demokratik duruş sergileyebilmek aslında siyasetçinin demokrasi konusundaki pozisyonunu güçlendiriyor. Bu da seçmenin o siyasetçiyi tercih etmesine yardım ediyor.

Yayınlanan yayınlanmayan pek çok kamuoyu yoklaması, ordunun e-muhtırasından önce AKP’nin yüzde 28-29’larda olduğunu gösterirken, bugün yüzde 40’ları aşan bir oy alacağını gösteriyor. Elbette bu rakamlar net değil, kesin değil. Fakat çok kayda değer bir yükselişte olduğu da bir gerçek. AKP bu süreçten kazançlı çıkacak. 2002 seçim kampanyasında işleyen ‘İnadına Tayyip’ mekanizması burada da işleyecek gibi görünüyor. “Madem siz böyle yapıyorsunuz, biz daha fazla oy verelim de görün” diyebilecek çok sayıda seçmen var. Tabii bu, seçime kadar olan süreçte AKP’nin iletişim kampanyalarını nasıl yürüteceğine, ‘kirli dosyaların’ ortaya çıkıp çıkmayacağına, diğerlerinin ne yapacağına ve ne söyleyeceğine göre değişebilir. Ama ben o muhtırayı duyduğum an “Birileri yine AKP’ye yardım ediyor” diye düşündüm.

Bu durumda AKP’nin nasıl bir kampanya yürütmesi gerekir?

Necati Özkan : Bugüne kadar dünyada ikinci kez seçilmeyi başarmış devlet başkanları ya da hükümet başkanlarının kampanyalarına dikkatle baktığımızda çoğu kez geçmişteki başarılı çalışmalarının üstüne giden ve daha çok umut vaat eden kampanyalar yürüttüklerini görüyoruz. Elbette ki mağduriyetle ilgili bir takım söylemleri olacak AKP’nin, ama kampanyanın ana stratejisinin mağduriyet üzerine binmesi AKP’nin kaybetmesi için en kesin ve garantili yol olur. Çünkü o zaman politikacı olarak aciz portresi çizmiş olacaklar ki, bana göre hiç de öyle bir profilleri yok.

Önceki seçimlerde müdahalelere maruz kalmış aktörler bunu nasıl kullandılar?

Necati Özkan : Mesela 1960’dan hemen sonra kurulan Adalet Partisi’nin kampanyalarına bakarsak, o kampanyalarda bazen açıkça bazen gizlice “Biz Demokrat Parti’nin devamıyız” diyen söylemler var. ‘Demokrat’, o dönemin neredeyse yasaklı kelimelerinden biri olduğu için, parti logosu olarak ‘Demirkırat’ı sembolize eden beyaz at amblemi yaratıldı. Ve onunla kazandılar. Yani her ne kadar sistem ve ordu “demirkırat”ı yasaklasa da onun üstüne giderek, onu kullanarak kazandılar.

Yine demin değindiğim gibi; 12 Mart muhtırasının hemen arkasından, 1971 darbesinden sonra Ecevit’in de davranışı benzer şekildeydi.

Turgut Özal’a gelince, seçim bir-iki gün kala Kenan Evren’in devlet başkanı olarak yaptığı müdahale, yani TV’deki konuşmasında Turgut Sunalp’e arka çıkıp, Özal’a karşıtlığını ortaya koymuş olması, yine Özal’a yaradı.

Parlamenter sistem dışındaki aktörlerin müdahalesine karşı dik durmak, demokrasiyi savunmak, geçmişteki başarıları hatırlatmak, başarılarla ilgili vaatlerde bulunmak ve devlete ilişkin problemli alanlara çok girmeden demokrasiyi geliştireceğine dair söylemlerde bulunmak her zaman çok daha doğru. Seçmeni sandık başına götüren budur.

Son bir yıla baktığımız zaman bütün siyasetin kutsallar üzerine kurulu bir siyaset olduğunu söyleyebiliriz: Milliyetçilik, bayrak, din, laiklik, Cumhuriyet, Mustafa Kemal… Bir tarafta ‘din elden gidiyor’, bir tarafta ‘laiklik elden gidiyor’ söylemleri… Bu iklim aslında siyaset yapmak için en kolay iklim.

Oysa siyasetin özü kutsallardan ziyade gündelik hayatın iyileştirilmesiyle ilgili bir şeydir. Fakat siyasetçiler ya bunu beceremiyor ya da bunu yapmak işlerine gelmiyor. Zaten kutsal üzerine inşa edilen her iş Türkiye’de ve bugünün toplumunda çalışıyor. İşin garibi, siyasette var olan bütün oyuncular kutsallar üzerine oynuyor. Henüz ortada düzgün bir ekonomik program sunabilen bir büyük oyuncu yok.

Bu durumda CHP’nin şansı ne olur?

Necati Özkan : CHP’nin pozisyonunu, devleti korumaya çalışan bir parti pozisyonu olarak görebiliriz. Devlete karşı ne kadar tehdit varsa, CHP ona karşı tavır alıyor. Kürt sorunu, Irak sorunu, Kıbrıs meselesi, Avrupa Birliği gibi konularda CHP’nin tavrı hep böyle.

‘Bu devleti kuran bensen, korumak da benim görevim’ şeklinde özetlenebilecek bir tavır bu. Ancak bu tavır tek başına bir seçim kazanmaya yetecek bir tavır değil. Bütün demokrasilerde gördüğümüz şey şu: Değişimi savunan, demokrasiyi bayrak yapan partiler kazanıyor hep. Sadece eleştiren değil, ama seçmenlerin hayatında pozitif değişimleri vaat eden partiler kazanıyor hep.

(Bu söyleşi 1 Mayıs 2007 tarihli MediaCat dergisinden alınmıştır.)