Necati Özkan ve Seçim Zamanı

26 Aralık 2014 Cuma

Türkiye’nin dış tanıtımı tökezlemeye başladı

2014 yılı için önerilen kampanyadan
Kültür ve Turizm Bakanlığı, 1999 yılından bu yana dış pazarlarda düzenli tanıtım kampanyaları yaptırıyor. Bu reklam yatırımlarının sonucu Türkiye, 1999 yılında yaklaşık 7 milyon turist alabilen bir destinasyon iken, 2014 sonu itibariyle yaklaşık 37 milyon turist çeken bir destinasyona dönüştü. Ve en çok turist çeken altıncı ülke konumuna yükseldi.

Türkiye’nin turizmde sağladığı bu büyük ilerleme, temelleri Bülent Ecevit’in Başbakan, Erkan Mumcu’nun Kültür ve Turizm Bakanı olduğu 57. Hükümet tarafından çizilen bir makro strateji sayesinde mümkün oldu. İlk defa o tarihte Türkiye, turizm sektörünün yurtdışı tanıtımına ilişkin kapsamlı iletişim yatırımı yapmaya karar verdi. Bunun için özel mevzuat geliştirdi. Kültür ve Turizm Bakanlığı bünyesinde bu konuyla görevli “Tanıtma Genel Müdürlüğü” adlı birim kuruldu. Ve gerekli kadrolar yetiştirilip dış pazarlara gönderildi. 39 ülkede 40’tan fazla turizm ofisi kuruldu.

15 yılda 1.5 milyar dolar harcandı

O tarihten beri yani yaklaşık 15 yıldır, Türkiye hükümetleri turizm sektörünün yurt dışı promosyonu için yılda ortalama 100 -120 milyon dolar pazarlama bütçesi kullanıyor. Bu bütçenin yarısı medyada harcanıyor, diğer yarısı fuarlar, etkinlikler, tur operatörlerine destek vb. amaçlı kullanılıyor. Özetle, bakanlık bu süre zarfında 1.5 milyar doları aşan bir dış tanıtım bütçesi kullanılmış oldu.

1.5 milyar dolarlık pazarlama yatırımı ilk bakışta çok yüksek gibi gelebilir. Ya da bu rakam israf gibi değerlendirilebilir. Ama unutulmamalı ki, bu iletişim yatırımları sayesinde Türkiye turizm sektörü bugün yılda yaklaşık olarak 30 milyar dolarlık bir turizm geliri elde ediyor.

Bir diğer anlatımla, sektörünün bir yılda ürettiği KDV bile 5 milyar doların üzerinde. Gelir vergisi, kurumlar vergisi, istihdamdan elde edilen vergiler ve dolaylı vergilerle devletin turizm sektöründen yıllık ortalama geliri 10 milyar dolar civarındadır. Dolayısıyla yılda 100 milyon dolarlık iletişim yatırımı fazla değildir. Gereklidir ve hatta çoğu kez yetersizdir. Bu nedenle sektörün sivil toplum kuruluşları daha fazla bütçe kullanımı konusunda hükümet nezdinde baskı yapmalıdır. Bunu yapmaya sektör olarak hakları vardır.

Zira bugün itibariyle Türkiye turizm sektörü, reklamsız idare edebilecek boyutu çoktan geride bırakmış durumdadır. Doğru bir strateji uygulanmaz ve sürdürülebilir bir bütçeyle yurtdışında etkin kampanyalar yapılamazsa sektör önemli sıkıntılar yaşayacaktır. Zaten kişi başı turizm gelirinde zorlanmakta olan turizm sektörümüzün zannedilenden daha kırılgan olduğu ortaya çıkacaktır.

Home of... kampanyası sektörden çok tepki almıştı.
İletişim konusunda 2014 yılı heba edildi

Turizm sektörü konusunda bu köşede daha önce yazdığımız yazıları okuyanlar hatırlayacaktır. Biz, 2009 - 2013 yılları arasında Türkiye’nin dış tanıtımında farklı pazarlarda görevler üstlendik. Bakanlık rakamlarının ortaya koyduğu gibi, görev yaptığımız pazarlarda ülkemiz turizm sektörünün, diğer pazarlardan çok daha hızlı büyümesini de sağladık.

2013 yılından sonra ise bu işin dışında kalmaya karar verdik. Artık hiç bir şekilde taraf olmadığımız ve sektörün ihtiyaçlarını da yakından bildiğimiz için bu konuda yol gösterici yorumlar yapmaya kendimizi zorunlu hissediyoruz.

2014 yılı için açılan ihale ile, yıllar sonra dünyanın tüm pazarlarında tanıtım kampanyasını yürütmek üzere tek bir ajans seçildi. Normalde seçilen ajansın, hem rekabetçi bir global kampanya stratejisi önermesi, hem de 40’dan fazla dilde ve10’dan fazla alfabede kampanya yapabilecek bir operasyon gücüne sahip olması gerekiyordu. Ama ajans seçiminden kısa bir süre sonra, sektörde bazı sıkıntılar duyulmaya başlandı.

Önce seçilen ajansın bakanlığa önerdiği “Home of...” şeklindeki stratejik yaklaşım sektörden dikkate değer eleştiriler aldı. Ardından ajansın çektiği reklam filminin bakanlık tarafından reddedildiği duyuldu.

Derken korkulan oldu. 2014 yılında global reklam kampanyası yapılamadı. Başta Almanya, Rusya, İngiltere gibi ana pazarlar olmak üzere, Türkiye turizmi için önemli hiç bir pazarda, dişe dokunur iletişim yatırımı gerçekleştirilemedi. Türkiye turizm sektörü 15 yıl sonra ilk kez reklamsız bir yıl geçirmiş oldu.

15 yıl sonra tanıtım bütçesi 15 milyon dolara iniyor

Aralık başında Kültür ve Turizm Bakanlığı 2015 yılı için yeniden global tanıtım ihalesi açtığını duyurdu. O günden beri turizm ve reklam sektörlerinden bizi arayan çok sayıda isim, bu ihale ile ilgili bir dizi endişe dile getiriyor. Başta turizm bürokrasisi olmak üzere tüm tarafların bu endişeleri bilmesinde kamu yararı var:

Endişelerin başında bütçe konusu geliyor. Şartnameye göre Bakanlık, 2015 yılı tanıtım bütçesini 15 milyon dolara düşürüyor. Bu bütçenin tüm mecralarda global kampanya için yetersiz olacağı söyleniyor ki, bize göre bu endişe son derece haklı.

İkinci önemli endişe ihalenin zamanlaması ile ilgili. Dünyanın önemli ajanslarının Noel tatili nedeniyle tümden kapalı olduğu bir dönemde anons edilen bu ihaleye, yabancı ajansların katılımının çok düşük olacağı ve rekabetin yetersiz kalacağı söyleniyor.

Üçüncü endişe katılımcı ajanslardan “Home of...” stratejisine uygun kampanya istenmesi ile ilgili. Zaten eleştiri konusu olan bu stratejide ısrarın nedeni anlaşılamıyor.

Sonuncu endişe ise, tüm bu nedenlerle ihalenin adrese teslim bir ihale olabileceğine yönelik. İlgili tarafların dikkatine bu eleştirileri iletiyoruz. Ve konunun takipçisi olacağımızı da peşinen bildiriyoruz.

Radikal, 25 Aralık 2014

17 Aralık 2014 Çarşamba

Osmanlıca, 14 Aralık operasyonu ve genel seçimler


2015’te yapılacak olan genel seçimlere en fazla altı ay kaldı. Siyaset ve siyasetin iletişiminde görmekte olduğumuz gelişmelerin ve emarelerin okumasını yaparken, seçimlerin yaklaşmakta olduğunu gerçeğini hatırlamalı ve olaylara o pencereden bakabilmeliyiz.

12 yıl sonra ilk kez, AKP propaganda makinası ve kampanya ekibi, başında resmi olarak Recep Tayyip Erdoğan’ın olmadığı bir seçime girecek. Cumhurbaşkanının bu süreçte yasal sınırlar içinde kalmayabileceğini; Siyasi Partiler Kanunu, Seçim Kanunu ve Anayasa’nın tanımladığı çerçeveyi sonuna kadar zorlayabileceğini ve hatta alenen ihlal edebileceğini bekleyebiliriz. Ama yine de yaklaşan seçim kampanyası boyunca, seçmenin zihninde AKP’nin sözcüsü ve yasal lideri Erdoğan değil, Davutoğlu olacaktır. Seçmen, ister istemez Davutoğlu’nu diğer parti liderleriyle kıyaslayacaktır.  

Siyasetle ve siyasetin iletişimiyle ilgili olan herkes bilir ki, bir seçim kampanyasında ideolojiden, vaatten ve hatta stratejiden daha önemli tek bir etken varsa, o da liderdir; liderin algısıdır, liderin becerileridir. Seçmenin önemli bir bölümü, ideolojiye değil, lidere oy verir. Ahmet Davutoğlu 3.5 aydır resmi olarak AKP’nin ve hükümetin başında bulunuyor ama, bu süre zarfında ne türden bir liderlik kumaşına sahip olduğunu henüz öğrenme şansımız olmadı.

Şu ana kadar sergileyebildiği performanstan toplumun algıladığı o ki, Başbakan Davutoğlu resmi olarak oturmakta olduğu her iki koltuğun da gücünü henüz devralabilmiş değil. Dahası o gücün bir gün kendisine gerçekten devredilip devredilmeyeceği de belli değil. Belki bu nedenden dolayı, Başbakanlık koltuğuna oturduğu günden bu yana Davutoğlu, toplumun hafızasında iz bırakan bir eylem veya söylem ortaya koyamadı.

Ne eskisinden daha sert, ne daha yumuşak; ne daha demokrat, ne daha özgürlükçü, ne de daha kapsayıcı bir liderlik performansı ortaya koyabildi. Daha akademik bir dil kullanımından bahsetsek bile,  yenilikten ve orijinallikten söz edebilmek şimdilik mümkün değil. Bildiğimiz eski AKP politikalarını ve söylemlerini tekrar etme dışında, üstelik de aynı retoriği düne oranla daha cılız bir sesle dillendirme dışında ne bir yenilik, ne de fark yaratan bir dil ortaya koyabildi. Davutoğlu’nun şansı ve şanssızlığı Erdoğan’dır. Çünkü AKP’nin müesses güçlerine rağmen Davutoğlu’nu o koltuklara oturtan yegane irade Erdoğan’dır. Bu nedenle de Davutoğlu’nun üzerindeki Erdoğan gölgesi fazlasıyla belirgindir.

Liderlik problemlerine ilave olarak, çözüm süreci ile gerginleşen ortam, özgürlükleri kısıtlayan her türden antidemokratik uygulamalar ve hepsinden önemlisi ekonomide alenileşen yavaşlama, önümüzdeki seçimleri belirleyecek konular olacak.

Siyasi iletişimin kurucu isimlerinden Joe Napolitan “Eğer bir şey işe yarıyorsa, işe yaramaz hale gelene kadar onu kullanmaya devam edin” der. Son zamanlarda AKP cenahında ortaya çıkan bazı emareleri böyle okuyabiliriz.

Ayrıca bu emareleri AKP’nin 2015’te kullanacağı ana stratejik yönelişin belirtileri olarak da okumak mümkün. Örneğin Validebağ’ı tırmandırma yaklaşımını... Örneğin “İsteseniz de istemesiniz de Osmanlıca öğretilecek!” sözlerini... Örneğin 14 Aralık Operasyonunu... Vizyona sokabileceği yeni bir senaryo ve o senaryoyu mükemmelen oynayacak güçlü bir aktör şansı kalmadığı için AKP eski stratejiyi tekrar ediyor. Bu söylem ve emareler 2015 AKP kampanyasının lansmanının halihazırda yapılmakta olduğunu gösteriyor. Tüm bu emareler kutuplaştırma, ayrıştırma ve kendi tabanını konsolide etmek için, siyasette ve siyasi iletişimde “savaş stratejisi”ne devam edileceğini de gösteriyor... Çevrecilerle, “Gezi”cilerle, moderniteyle, cemaatle, uydurulmuş lobilerle, hayali darbecilerle, düşmanlaştırılmış toplum kesimleriyle savaş!

Sadece emarelerini değil, geçmiş uygulamalarını da çok iyi bildiğimiz bu strateji ayan beyan ortada: Tam bir yıl önce bugün ortaya dökülen, tarihimizdeki en büyük yolsuzluk iddialarını kovuşturmak yerine, dikkatleri Osmanlıca eğitime, “Tahşiye Örgütü” konulu dizi ve senaryoya çekmek... Vatandaşın sesine kulak vermek yerine, her farklı sesi ve rengi yasaklayacak inzibati tedbirleri geliştirmek... Bitmek tükenmez komplo iddialarının üstüne yeni komplo iddiaları üretmek, yeni ve ne olduğu belirsiz düşmanlar türetmek... Ve ne yapıp edip, mecliste anayasayı değiştirebilecek koltuk sayısına erişmek.

Ama bu emareler net olarak ortaya koyuyor ki, AKP bir kez daha kendi tabanını çantada keklik saymıyor. Öncelikle diğer partilerin tabanına yönelmek yerine, kendi tabanını elde tutmaya odaklanıyor. Ancak kendi tabanını sağlama aldığına emin olduktan sonra başka oyların peşine düşmeyi hedefliyor. Çünkü biliyor ki, kendisine yakın seçmen çevrelerinde oy oranını korumak, rakip çevrelerden oy bulmaktan çok daha kolay.

AKP’nin 2015 stratejisi bellidir. Bu stratejinin ülkenin birliğine ve yurttaşların ortak yaşama idealine zarar verip vermemesi ayrı bir konudur. AKP bir kez daha seçim kazanmak için zihinleri ve sahayı elde etme çabalarına çoktan başlamıştır. 

Asıl mesele, 2015 genel seçim kampanyası sürecinde muhalefet partilerinin ne yapacağıdır. Demokratik kurumların ve demokrasi kültürünün yok edildiği, serbest ve adil rekabet şansının kalmadığı, özgür medya düzeninin ortadan kaldırıldığı bir ortamda demokratik muhalif güçlerin yapacakları çok önemlidir. Çünkü, örgütlü devlet gücünün sınır tanımaz bir iktidar gücüne dönüştürüldüğü; demokratik bir yarış yerine hile dahil her türlü savaş stratejilerinin uygulandığı bir ortamda, muhalefet partilerinin tutumları ortak geleceğimiz adına çok belirleyici olacaktır:

Demokrasiye devam mı edeceğiz, yoksa bir muz cumhuriyetine mi dönüşeceğiz? Özgürlüklerimizi savunmaya devam edebilecek miyiz, yoksa Ortadoğu tipi baskıcı bir rejime razı mı olacağız? Bugünün ana meselesi budur.

Özetle, 2015 genel seçimleri en temelde, “Umut” ile “Korku” arasında yaşanacak bur seçim olacaktır.

17 Aralık 2014, Radikal

8 Aralık 2014 Pazartesi

Çözüm Sürecinde Iskalanan Kalpler


Türkiye’nin son 35 yılına damga vuran iki temel korku var. Bu iki korku, 35 yıl boyunca hemen her seçimde etkili oldu ve hepimiz için zamanın akışını değiştirdi. Bu korkular şunlardı: 1. Ülkem parçalanacak mı? 2. Ülkemin rejimi değişecek mi? İlki PKK’nın, ikincisi İslamcı hareket ve siyasi partilerin neden olduğu korkulardı.

Her iki korkunun da toplumda bu kadar baskın olmasının rasyonel dayanakları vardı. Bu nedenle onca yıla rağmen her iki korku da toplumun derinliklerinde güçlü şekilde var olmaya hala devam ediyor.

Bu korkulardan ilki yani, “ülkem bölünecek mi?” korkusu, “çözüm süreci” dolayısıyla yeni bir evreye girdi. Toplumun bir kısmı tabutsuz geçen aylar nedeniyle bir hayli rahatlamış olsa da tedirginlik içten içe sürüyor. Çözüm sürecini yürütmekte olan iki tarafın ikircikli tutumları, süreçle ilgili devam eden belirsizlikler ve süreçte pazarlığı yapılmakta olan konuların toplumla paylaşılmıyor olması endişeleri besliyor.

Toplumun algıladığı şu: Pazarlığı yürütmekte olan taraflar uzunca bir süredir, asli işle uğraşmak yerine muazzam bir psikolojik savaş yürütüyorlar. Pazarlıkta ellerini güçlü göstermek veya güçlü tutmak adına bir adım ileri, iki adım geri taktikleri uyguluyorlar.

Öcalan’ın 2013 Nevruz kutlamalarında okunan mesajıyla alenileşen süreç, hala tam anlamıyla rotasına oturmuş gibi görünmüyor. Çünkü iki tarafın da birbirine güveni yok. Taraflar bir elle tokalaşırken, diğer elleriyle silahlarını korumaya devam ediyorlar. Umut ve güvensizlik koyun koyuna yaşıyor.

Çözüm sürecinin iletişim yönetimi

Çözüm sürecinin yarattığı en yaygın algı, silahlı mücadele günlerinin geride kaldığı algısıydı. Silah yerine siyaset, kurşun yerine müzakere dönemi başlamıştı. Türkiye’de yaşayan herkes ve dünya kamuoyu, siyasilerin örtülü konuşmalarından, planlı veya plansız demeçlerinden olan biteni anlamaya çalıştı. Ama kamuoyu müzakere konularının neler olduğunu ve müzakerelerin nasıl gittiğini hiçbir aşamada öğrenemedi. Aslında, ortada bir müzakere mi var bir pazarlık mı, o bile net anlaşılamadı.

Bu süreçte "Akil İnsanlar" heyetinin etkinlikleri, bu heyetin iktidar yetkilileri ile yaptığı toplantılar ve İmralı’ya gidip gelen heyetlerle ilgili haberler dışında profesyonel hiçbir iletişim faaliyeti yürütülmedi. Oysa ki, toplum ve son 35 yılda evlatlarını kaybetmiş olan on binlerce acılı aile, çeşitli iletişim yöntemleriyle sürece hazırlanabilirdi. Aileler süreçte önemsenmediği gibi, çoğu kez çözümün önünde engel olarak görüldü.

Akılcı bir iletişim yönetimi yerine, iki yıla yaklaşan süreçte hükümet adına konuşan farklı sözcüler, zaman zaman farklı tellerden konuştular. Bir gün barış dili kullanan siyasi otorite, ertesi gün savaş lafları etmekten çekinmedi. Kürt siyasi hareketinin temsilcileri de, bazen İmralı’dan, bazen Kandil’den, bazen Avrupa’dan, bazen de sokağın dilinden beslenerek benzeri gelgitler sergilediler. “Çözüm süreci” denen süreç, birçok defa gidip gidip geldi. Taraflar muhtemelen her seferinde birbirlerine aba altından sopa göstermenin işe yaradığını düşündü. Kobani’nin IŞID çeteleri tarafından ele geçirilme tehdidiyle karşı karşıya kaldığı Ekim başındaki günlerde ise “çözüm süreci”, başlangıçtan bu yana en riskli sınavını geride bıraktı.

Kalpleri kazanacak iletişim yapılmadan kalıcı çözüm olamaz

21 Mart 2013 tarihinden beri çözüm süreci bir dizi siyasi manevra ve pazarlıklardan ibaretmiş görüntüsü veriyor. Devlet ve örgüt, iktidar ve İmralı, AKP ve HDP arasında süregiden bir bilek güreşini izledik aylarca. Taraflar kendi kitlelerine, kazanmakta olan tarafın kendileri olduğunu gösterebilmek için zamanı kötü kullandı.

Geçen hafta İmralı’yı ziyaret eden HDP heyetinin yaptığı açıklamadan, “4-5 aylık bir zamanda çözüm veya kaos” noktasına gelineceğini duyduğumuzda tarafların pozisyonlarında bir değişiklik olmayacağını da anlamış olduk. Yani; AKP tarafı, 2015 seçimlerine kadar zaman kazanmaya devam edecek. Öcalan ve Kürt siyaseti ise masada kalarak meşruiyetlerini ve tabanlarını elde tutmaya devam edecek.

Ne var ki bu arada çok önemli bir boyutun eksikliği giderek daha fazla hissediliyor: Çözüm sürecinde kalpler ıskalanıyor. Oysa bu sürecin en önemli ihtiyacı, insanların kalbini kazanabilmektir ve bu da ancak iletişimle mümkündür. 35 yılda evlatlarını kaybetmiş aileler, dağılmış yuvalar, yitip gitmiş hayatlar ve kapalı kapılarının ardında tarifsiz kederler yaşamış fertler ikna edilmeden kalıcı bir barışa erişmek zordur. Toplumlar emir kumandayla değil, ancak ikna ile barışa razı edilebilirler.

Fertler, uzun ve planlı bir iletişim yönetimi ile ikna edilemezse her an her türlü rahatsızlık ortaya çıkabilir. Gelecek ve barış öngörülebilir olmaktan çıkar. İçeride ve dışarıda farklı ajandaları olan güçler, acıları ve acılı insanları kullanarak provokasyonlar planlayabilirler. Bir anda, Kobani gibi ülke dışı nedenlerden dolayı yaşanan 6-7 Ekim olaylarına benzer vakalar patlak verebilir.


İşte bu nedenle, ülkenin geleceği ve kalıcı barış için iletişim şarttır. Henüz zaman ve fırsat varken, kalpleri kazanmayı amaçlayan bir iletişim planlaması yapılmalı ve uygulanmalıdır. Tabii her şeyden önce, bunun son derece önemli ve zor bir görev olduğunu, yeni yetme ve besleme şirketlere yaptırılan “kamu spotu” sığlığındaki uygulamalarla başarılamayacağını da anlamak gerekiyor.

Radikal, 2 Aralık 2014,  Twitter/necatiozkan