Necati Özkan ve Seçim Zamanı

5 Kasım 2013 Salı

"Yeni seçmen"i anlamayan seçim kazanamaz!

Moderatörü olduğunuz Siyasi İletişim Zirvesi’nden biraz bahsedebilir misiniz? Kimler bu zirveye katılmalı, zirvede neler konuşulacak? Bu zirve neden önemli?

Zirve 14 Kasım'da Çırağan'da
Zirvenin hedef kitlesinde öncelikle siyasi partiler, partilerin merkezinde iletişimle, seçim kampanyaları yönetimiyle, sosyal medya yönetimiyle ilgili ekipleri var. İkinci hedef kitle, siyasi partilerin çeşitli il ve ilçelerdeki yöneticileri ve ekipleri. Üçüncüsü yerel yöneticiler, büyükşehir, il ve ilçe belediye başkanları; adayları ve onların kampanyalarını yapacak olan danışmanlar ve seçim ekipleri. Bir diğer hedef kitle, siyaset bilimi ve siyasi iletişim ile ilgili üniversitelerin akademisyenleri ve öğrencileri. Tabii ilave olarak medya temsilcileri, bağımsız siyasi danışmanlık yapanlar, siyasete, siyasi iletişime ve seçim kampanyalarına ilgi duyan herkesi de saymak gerek...

Bir seçim kampanyası nasıl planlanır; strateji nasıl tespit edilir; strateji tespitinde araştırmadan nasıl yararlanılır; mesaj nasıl geliştirilir; kampanya nasıl yönetilir; sosyal medya araçları nasıl kullanılır gibi soruların cevaplarının tartışılacağı pratiğe yönelik bir zirve olacak.

Türkiye’de siyasal iletişim özelinde göze en çok çarpan ve en yaygın olarak yapılan hatalar nelerdir sizce?

Türkiye’de en çok yapılan hata doğru stratejiye karar vermeden seçim kampanyası yapmak, yönetmek ve buna rağmen o kampanyadan sonuç beklemektir. Dünyadaki bütün demokrasilerde seçim kampanyasına başlamadan önce en çok üzerine düşülen, emek ve zaman harcanan konu strateji ve o stratejiye bağlı mesajın tespitidir. Hem strateji, hem de mesaj toplumdaki farklı seçmen kitlelerinin ihtiyaç ve taleplerinden çıkar. O da ancak doğru araştırma modeliyle tespit edilebilir.

Bir diğer hata geleneksel medyanın kullanımıyla ilgilidir. Siyasiler, içerik ne olursa olsun her gün medyada ve gazete başlıklarında olmak isterler. Oysaki medyadaki varlıkları anlamlı ve stratejik bir bütün oluşturmadığı sürece; parti ya da adayın amacına hizmet etmediği sürece faydasızdır.

Üçüncü olarak da yeni medya ve sosyal medya kullanımı konusunda yapılan hataları sayabiliriz. Son zamanlarda sosyal medya ülkemizdeki siyasiler, siyasi partiler, yerel yöneticiler ve adaylar tarafından keşfedildi. Ancak Türkiye’de sosyal medyanın genellikle siyasiler tarafından fikir yaymak ve seçmen tabanı oluşturmaktan ziyade, kamplaştırmak  ve karşıtlarına küfretmek için kullanıldığını görüyoruz. Dünyada son 10 yılda başarılı olmuş örnekler bize bu alanın çok akıllıca kullanılabileceğine dair muazzam fikirler veriyor.

Aslında Gezi Parkı süreci, Türk seçmenlerinin bir kısmının yeni medya ve sosyal medya kullanımındaki meharetini ortaya koydu. Zirvede Gezi Parkı deneyiminden sonra oluşan iklimde siyasetin bu alanı nasıl akıllıca kullanabileceğine ilişkin konuları konuşuyor olacağız.

Son dönemde yaşanan olaylarla birlikte sosyal medyanın potansiyeline ülkece vardığımızı söyleyebiliriz. Sizce Türkiye’de siyasilerin sosyal medyayla entegrasyonu tamamlanmış bir süreç mi yoksa hâlâ gidilecek yol var mı?

Özellikle bu seçimde oy kullanacak olan genç seçmenler internetin, sosyal medyanın içine doğan insanlar. Bu kuşak email dahi kullanmıyor; anlık mesajlaşma servisleriyle haberleşiyor. Gezi Parkı sürecinde bu kuşağın nasıl davrandığını milletçe gördük. Kimimiz onları gerçekten anladık. Kimimiz anladığımızı sandık. Kimimiz ise onları dış komplocuların yerli işbirlikçileri olarak değerlendirmeyi tercih ettik... İşte biz bu kuşak seçmene, "Yeni Seçmen" diyoruz. Bu yeni seçmeni anlamayan, onun dilini bilmeyen, onu dinlemeyi bilmeyen eski kuşak siyasetçilerin seçim kazanması artık zor!

Zirve katılımcılarımızdan Amerikalı önemli bir siyasi danışman ve teknoloji şirketi Election Mall'un CEO'su olan Ravi Singh’in bu zirvedeki varlık nedeni internet ve sosyal medya tabanlı seçim kampanyaları… Ravi Sigh, dünyanın çeşitli ülkelerinde bizzat uyguladığı örnekleri anlatarak Türk siyasetçisine yol gösterecek. Yine İtalya’dan gelecek Spindoctor şirketinin CEO'su Marco Cacciotto ‘Siyasi Markalama' başlığıyla yapacağı konuşmada son İtalyan genel seçimlerinde uyguladığı ve başardığı örnek vakayı paylaşacak.  Kurulduğu günden bu yana Ak Parti kampanyalarını yöneten ekibin lideri Erol Olçok da zirvenin konuşmacıları arasında. Erol Olçok'tan özellikle Gezi sonrası Ak Parti’nin stratejik yönelişini ve sosyal medya taktiklerini dinleyeceğiz. 

Dolayısıyla zirveye katılan herkes bir seçim kampanyasında başarısızlığa giden asli hataların neler olduğunu öğrenmekle kalmayacaklar, aynı zamanda seçim kazanan bir kampanya için, "yeni seçmen"e ulaşmak için izlenmesi gereken rotayı da öğrenmiş olacaklar.

MediaCat dergisinden Haluk Kasarcı ile,  Brand Week Istanbul kapsamında 14 Kasım’da gerçekleşecek olan Siyasi İletişim Zirvesi için yapılan söyleşiden...

1 Temmuz 2013 Pazartesi

‘Mustafa Keser’in Askerleriyiz!’


Gezi Parkı'nın ne olduğunu anlamak için bu üç kelimeye odaklanın...

Gezi Parkı olayları farklı siyasi duruşa sahip olanlarca farklı algılandı. Bazıları olayların başlangıcındaki grup ile sonradan olaylara dahil olan grubun farklı kimliklere ve taleplere sahip olduğunu yazdı çizdi. Bazıları, Gezi Parkı eylemlerinin sadece çevreci bir amacının olduğunu anlatmaya çalıştı. Başkaları, bunun sadece üç beş ağaç işi olmadığını söyledi. Bir kısım analist, yıllarının birikiminin bir patlaması olduğunu söyledi. Hükümet ve hükümete yakın olan çeşitli çevreler, olayların arkasında bir organizasyon varmış gibi algıladı ve pazarladı.

Bu analizlerin ne kadar doğru veya yanlış olduğunu burada tartışacak değilim. Benim tartışmak istediğim konu, Gezi Parkı eylemlerini başlatan asıl kitlenin kimler olduğuna odaklanmak. Bunun için de bence tek bir kriter var: Başkalarının ne dediğine değil, onların kendilerini nasıl tanımladıklarına bakmak…

Konumlama stratejisi

Gezi olaylarını başlatan asıl kitlenin yani, genç kuşağın kim olduklarına bakmadan önce pazarlama alanından bir kavramı hatırlatmak istiyorum: Konumlama. Al Reis ve Jack Trouth'un pazarlama dünyasına kazandırdığı stratejik bir kavram olan konumlama, sizin kim olduğunuzu, kendinizi nasıl gördüğünüzü, ürününüzün kim için ne ifade edeceğini ve hangi tür ihtiyaçların karşılığı olacağını belirler.

Konumlama onlarca yıldır pazarlamanın özü haline gelmiş bir stratejik yaklaşımdır. O kadar ki, doğru bir konumlama cümlesi yazmayı başaramadığınız takdirde, pazarlama alanındaki çabalarınızın anlamlı bir başarı yaratması mümkün değildir.

Gezi ve konumlama

Gezi Parkı ile ilgili kim ne derse desin, başından beri bu protestoları düzenleyen gençlerin kendilerini nasıl gördükleri ve nasıl tanımladıkları önemli. Olayları anlayabilmek, onların kim olduklarını anlayabilmekten geçiyor...

1 Haziran Cumartesi gününün keşmekeşinde, ‘Mustafa Keser’in Askerleriyiz!’ sloganını ilk kez duyduğumda, bu grubun kendisini nasıl konumladığını ve nasıl tarif ettiğini net olarak hissetmiştim. 3 kelimelik bu kısa cümle, çok yalın ve çok köşesiz bir konumlamayı işaret ediyordu:

Bu cümle ile Gezi Parkı’nı başlatan ve sürdüren genç aktivistler, hiç bir kuşkuya ve hiç bir art niyetli okumaya gerek kalmadan kendilerini pozisyonluyorlardı. Ve bunu yaparken, onları desteklemek için meydanlara inen, kendilerini ‘Mustafa Kemal’in Askerleriyiz’ diye tanımlayan bir başka kitleden tartışmasız olarak ayrılıyorlardı. Üstelik bir yandan o grubun siyasi duruşunu ti’ye alarak, bir yandan da ‘o grupla işimiz olmaz’ diyerek…

Keser ne olduğunu anlayamadı...
‘Mustafa Keser’in Askerleriyiz’ cümlesi ilk günden beri sadece bir slogan gibi, bir mizah ürünü gibi görüldü; gülünüp geçildi. Muhtemelen Mustafa Keser’in kendisi de bu cümleyi kullanan gençlerin ne demek istediklerini anlamadı, hatta korktu.

Oysa o cümle Gezi Parkı olaylarının iç yüzünü anlamamızı sağlayacak en kilit cümledir. Basittir. Yalındır. Dolaysızdır. Olağanüstü bir cümledir. Emin olun ki, bir başka grup üzerinden kendini bu denli net ve bu denli basit şekilde tanımlayabilme zekası ender raslanır bir durumdur. Daha ne desinler: 'Ne sağcıyız ne solcu...ne Kemalistiz ne muhafazakar... hem apolitikiz, hem çevreci!' diyorlar. 

Stratejistlere kapak olsun.

Yıllarca pazarlama dünyasında, reklamcılıkta ve siyasi iletişimde çalışmış bir profesyonel olarak, ekibimdeki stratejistlerden hep bu denli basit ve bu denli doğru cümleler yazmalarını bekledim. Ne var ki, beklentim her zaman karşılanamadı. Çünkü basit olanı bulabilmek zordur.

Olayların ardında hala bir komplo arayan medya temsilcilerine, siyasi stratejistlere, siyasilere ve adli ve idari yöneticilere söylemek isterim: Başka yerde komplo aramayın: Komplo bu cümlede saklı! Bu cümleyi yazabilme zekasına sahip yeni kuşakları anlayamadığınız sürece daha çok çuvallar; minik pek çok krizi uluslarası ciddi meseleye çevirirsiniz! 

17 Haziran 2013 Pazartesi

İki yumurta çarpışırsa, her ikisi de paramparça olur...



Saraybosna, şimdi...
Geçen hafta konuşmacı olarak katıldığım Saraybosna Marka Konferansı’nın akşamında düzenlenen yemek ve sosyal etkinlikte çok sayıda genç pazarlama profesyoneli ile tanışma imkanım oldu.

Onlarla Bosna Hersek’in dünü, bugünü ve yarını üzerine konuştuk. Tabi Türkiye’nin de…

Çok şey öğrendim o genç profesyonellerden. Ama birinin hikayesi beni çok etkiledi.

Bugün 30’lu yaşlarında olan bu genç hanım Saraybosna'da içsavaş başladığında 13 yaşındaymış. Başlangıçta her şey savaştan çok, bir gerginlik ve sokak gösterileri düzeyindeymiş. Etnik gruplar birbirlerine göz dağı vermek için Saraybosna’nın karşılıklı tepelerinden uzun namlulu silahlarla havaya kurşun sıkıyormuş.

Genç kadının babası ilk bir kaç gün, onu ve annesini evlerinin bodrumunda saklamış. Bir kaç gün sonra da zarar görmesinler diye ikisini birden iki haftalığına Katar’a yollamış… ‘Bu çalkantı iki haftaya kalmaz biter’ diyerek…

Ama bitmemiş... Ülke ortak aklını tatile göndermiş... İki hafta içinde biteceği tahmin edilen o çalkantılı günler, dört yıla yakın bir süre devam eden içsavaşa dönüşmüş…

Gerçekten de Bosna Savaşı, 1 Mart 1992’de başladı. 14 Aralık 1995’e kadar sürdü. Avrupa’nın göbeğindeki o kanlı savaşta 110.000 kişi hayatını kaybetti. Yüzbinlercesi yaralandı. 2 milyon kadar insan yerini yurdunu terk etmek zorunda kaldı. Ülke parçalandı. Yakıldı, yıkıldı...

Hikayeyi anlatan genç hanımın hayatı ondan sonra bir göçmen hayatına dönüşmüş… Liseyi Katar’da, üniversiteyi Amerika’da okumuş… Annesi Katar’da kalmış… Babası savaşta kaybolmuş… Uzun yıllar doğduğu topraklara dönmeye cesaret edememiş...

Amerika’da pazarlama alanında çalışmış. Medya planlama uzmanı olmuş.  Ve kısa bir süre önce cesaret edip, diaspora hayatından vazgeçmiş. Ülkesine dönmüş… Bugün uzaktan akraba bir kaç tanıdık dışında kimsesinin kalmadığını söylüyor...

Saraybosna şimdi... Duvarların dili olsa...
Genç kadın bu hikayeyi anlatırken, Türkiye’yi ve Gezi Parkı olayları sürecindeki tehlikeli inatlaşmayı düşündüm…  

Küçük bir parktaki 50-100 kişilik masum bir krizi demokratik olgunlukla sonlandıramayışımızı…  Istanbul’u yöneten kadroların başlangıçta sergilediği inanılmaz basiretsizliği… 10 yılı aşkın bir süre bu ülkeyi okumayı en iyi becermiş olan siyasi kadronun, kriz karşısında aklının tutulmasını…  düşündüm!

Ve bu sıkıntılı süreç biraz daha devam ederse… karpuz gibi ikiye bölünmüş Türkiye toplumunun, hızla birbine çarpışacak iki yumurtaya benzeyeceğini… ve kazananı olmayacak bir çarpışmayla birbirini paramparça etmeye doğru gidebileceğini düşündüm, ürperdim… ve Allah bu ülkedeki herkesten; iktidardan, muhalefetten, sokaklardakilerden, devleti yöneten idari kadrolardan sağduyuyu eksik etmesin diye dua ettim...

Çünkü Bosna İçsavaşı, toplumsal olayların demokratik olgunlukla yönetilememesinin, ne büyük acılara, ne büyük pişmanlıklara dönüşebileceğinin dramatik bir örneğiydi... Bu tür olaylarda ortak aklın hiç bir şekilde tatile çıkarılmaması gerektiğini bizlere hatırlatan en yakın tarihli vakaydı...

16 Haziran 2013 Pazar

Kara Propaganda Üçlüsü; Yeni Şafak, Takvim, AHaber!


31 Mayıs ve 1 Haziran günlerinde Gezi Parkında olan biten herşey bu ülkenin gözlerinin önünde oldu. O iki gün, polisin uyguladığı aşırı şiddet, vicdanları ayağa kaldırdı. Ve kendiliğinden harekete geçen yüzbinlerce insan Taksim’e aktı. Çevrecilere sahip çıktı.

İdari olarak yapılanlar yanlıştı. Emniyet ve valiliğin yaptıkları yanlıştı. Siyasi olarak alınan tavır, söylenen sözler yanlıştı. 

Ülke tarihinin en sivil, en masum krizi malesef öngörüyle yönetilemedi. İşler çığırından çıktı.

Bu ülkede en uzun süre siyasi iletişimle ilgilenmiş bir kişi olarak, o iki gün Gezi Parkı aktivistlerine hak verdim ve onları gönülden destekledim. 

Çünkü haklıydılar. Zayıf ve mağdur durumdaydılar.

Ama aynı zamanda tüm taraflara da itidal çağrılarında bulundum. Defalarca… Hem Gezi Parkı eylemindeki gençlere, hem emniyete, hem iktidara, hem muhalefete, hem de sokaklara akan tüm insanlara…

O iki günden sonra ise, iş çığırından çıktığı için Gezi Parkı ile ilgilenmedim. Bütün yazdıklarım, kişisel blogumda ve Twitter hesabımda duruyor.

Polisin ve idari makamların yanlışlığını, siyaseten yapılan yanlışlıkları, bu ülkeyi yöneten çeşitli isimler de sonradan  ifade ettiler. Pek çoğu benimle aynı fikirdeydi.

Örneğin; Başbakan yardımcısı Bülent Arınç: "Biz burada AVM istemiyoruz' diyenlere biber gazı sıkmak yerine, 'Biz burada şunu yapmak istiyoruz, siz yanılıyorsunuz, işin aslında doğrusu budur' diyerek ikna edici çalışmalar yapılmasında şahsen fayda görüyorum. ‘Biz Taksim'in yayalaştırma çalışmaları içerisinde Gezi Parkı'nda şunu yapmak istiyoruz, bunu yaparken ağaç katliamı yapmayacağız, burada tekrar park olmaya devam edecek veya buradan sökülecek ağaçların bir başka yerde hayat bulacağının size teminatını veriyorum, sizin duyarlılığınızı paylaşıyorum, bu paylaştığımız konuda olan bitenlerden de özür diliyorum' demesinde, toplumsal barış açısından büyük fayda olduğunu düşünüyorum" dedi.

Örneğin; Milli Eğitim Bakanı Nabi Avcı: "Muhalefetin senelerce uğraşsa da başaramayacağı bir şeyi 5 günde başardık" dedi.

Örneğin; Kültür ve Turizm Bakanı Ömer Çelik: Normal vatandaslarimizin bu haklari kullanmasi dogaldir. Su ana kadar hersey ifade edildi. Mesajlar duyuldu, not edildi, degerlendiriliyor’ dedi.

Örneğin Cumhurbaşkanı Abdullah Gül: “Demokrasilerle tabi ki seçimlerle halkın iradesi ile her şey, ülkeyi yönetenler ortaya çıkar. Ama demokrasi demek sadece seçim demek de değildir. Seçimlerin dışında da farklı görüşler, farklı durumlar, eğer itirazlar varsa bunların da çeşitli yollarla dile getirilmesinden daha tabi de bir şey olamaz. Barışçı gösteriler de tabi ki bunun bir parçasıdır. Bu anlamda son günlerdeki gelişmeleri bu çerçeve içerisinde görüyorum. Ve şunu da açıklıkla söylemek istiyorum ki, iyi niyetli olarak verilen mesajların da alındığının bilinmesini isterim.  İyi niyetli olarak verilen mesajların hepsi alınmıştır’ dedi.

Ama ne yazık ki ülke yönetiminde sağduyu bir türlü galip gelmedi. Gösterilerde sağduyu bir türlü galip gelmedi. Olaylar bu gece dahil devam etti.

Son bir haftadır iş için gittiğim yurtdışından dün öğleden sonra (15.06.2013) döndüm ve bazı çevrelerce bir büyük cadı avı başlatıldığını gördüm.

Yeni Şafak Gazetesi, Takvim Gazetesi ve AHaber gibi yayın organları kriz yönetimindeki olağanüstü beceriksizliği anlamak, tartışmak ve ülke yönetimine sağlıklı katkı sağlamak yerine öküzün altında buzağı arıyorlardı.

Ve kendilerince de suçlular bulunmuştu: Reklam sektörü, ben ve eşimin de aralarında bulunduğu bu ülkenin yaratıcı isimleri, saygın şirketleri…

Aşağıdaki linkte içinde tek bir doğrunun bile bulunmadığı bu akılalmaz, haber -kara propagandayı bulabilirsiniz:



Ayrıca AHaber kanalı, Cuma günü (15.06.2013) beni, şirketimi ve eşimi doğrudan haber alan tümden yanlış, tümden manüplatif 3 dakikalık bir haber yayınlamış.

Dün (15.06.2013) ayağımın tozuyla Istanbul'a indiğimde, onlarca kez konuşmacı olarak programlarına katıldığım AHaber’in Genel Yayın Yönetmeni Cengiz Er’i telefonla aradım. Ben ve eşim Pelin Özkan hakkında yapılan bu gerçek dışı haberin nedenini, kaynağını ve maksadını sordum.

Kendisi de haberin içeriğinin yanlış olduğunu bildiğini, kişisel olarak gözünden kaçtığını, zaten hemen yayından kaldırdığını söyledi ve özür diledi. Hafta içinde bir programa davet edeceğini ve bu konuda görüşlerime başvuracağını da söyledi.

Ama aynı AHaber bugün, web sitesine yukardaki linkteki haberi yine koydu.

Eğer bu ülkede hala hukuk varsa, emin olun ki, bu haberlerin sorumluları yaptıklarının hesabını verecekler. Şirketlerin, şahısların itibarlarıyla oynamak onlara pahalıya mal olacak.

Öte yandan şurası da bilinsin ki bu türden haberler, mevcut krizi yönetemeyen öngörüsüz siyasetçilerin ve siyasi danışmanların beceriksizliğini kapatmak için yapılmaktadır. Dahası, bu haberler konkurlarda yaratıcı performansları yetersiz olduğu için kayıp üstüne kayıp yaşayan amatör rakip şirketlere iş alanı açmak içindir. 

Tümden gerçek dışıdır. Akıl dışıdır. Komik ve zavallıdır.

3 Haziran 2013 Pazartesi

Gezi Parkı olaylarını nasıl okumalı?

Çevrecilerin çadırları yakılırken...

Gezi Parkı olaylarının yarattığı gerilim ne yazık ki hala devam ediyor.  İnanılır gibi değil ama, bir müddet daha da devam edecek gibi…

31 Mayıs 2013 Cuma sabahı, henüz küçük bir çevreci grubun eylemi iken nasıl oldu da iş akşam saatlerinde büyüdü? Nasıl oldu da, protesto küçük bir parktan çıkıp önce İstanbul’a sonra Türkiye’ye mal oldu? Nasıl oldu da, yüzbinlerce insan bu protestolara katıldı? Nasıl oldu da, toplumun her kesiminden binlerce insan bu olaylarda aktif birer protestocuya dönüştü?

Her türden dezenformasyonla işler çığırından daha fazla çıkmadan oturup sağlıklı kafayla düşünmeli: Neden, tarihte görülmemiş bir hızla yayıldı bu eylemler?
 
Gaz, gaz, gaz...

Herkesin gözü önünde gelişen durum şu: İşleri kontrolden çıkaran ilk fotoğraf, parkta eylem yapan çevreci aktivistlerin çadırlarının yakılması ve eylemcilere aşırı şiddet uygulanmasıydı. Polis ve/veya sivil polis marifetiyle parktaki 30-40 genç aktivist korkutulmak ve parktan kaçırılmak istendi. Cuma günü, gün boyu polis tarafından çevrecilere ve protestoya yardıma gelen küçük destekçi gruplara karşı kullanılan gaz saldırısı toplumun vicdanını sızlattı.

30 yılı aşkın bir süredir siyaseti yakından izlemiş ve siyasi iletişime kafa yormuş bir uygulamacı olarak şunu söyleyebilirim: 31 Mayıs Cuma günü akşam üzeri İstanbul Valisi ve Büyükşehir Belediye Başkanı’nın ortak basın toplantısında kullandıkları yurttaş zekasıyla alay eden dil, olayların ikinci tetikleyici nedeni olmuştur.

Kendiliğinden gelişen refleks...
Siyasi iletişim işine profesyonel ilgimin doğal sonucu olarak 1 Haziran Cumartesi günü, Taksim’e her yönden ilerleyen kalabalığı yakından izlemek için sokaklardaydım. Sokaklarda yürüyenler tümden sivil, tümden sıradan, tümden vicdanının sesiyle hareket eden bu ülkenin gerçek insanlarıydı… Tek bir şey söylüyorlardı: Artık yeter! Daha fazla hayat tarzıma karışma!

Cumartesi günü polisin alandan çekilmesi bu sürecin tek doğru idari kararıydı. Aksi halde kararlı bir şekilde meydana yürüyen amcaları, teyzeleri, gençleri durdurmanın maliyeti çok yüksek olabilirdi.

Cumartesi akşam saatlerinde insanların sorunsuz bir şekilde Taksim'e girdiklerini görünce derin bir oh çektim. Çünkü ‘Sonunda akıl ve sağduyu hakim oldu... olaylar bitti.’ diye düşündüm.

Malesef öyle olmadı. En üst düzeyden yapılan açıklamalar fotoğrafın ne kadar yanlış ve komplo kafasıyla okunduğunu ortaya koydu.

Son 3 gündür telefonla görüşüne başvurduğum iktidar ve muhalif kanatttan önemli isimlerle gidişatı anlamaya çalışıyorum.

İktidar partisi milletvekili bazı dostlarım başta olmak üzere, hükümet kanadının Gezi Parkı protestoslarını ne kadar yanlış okuduklarını görüyorum. Dahası, görüşüne başvurduğum iktidara yakın gazetecilerin, STK liderlerinin ve hatta iş adamlarının olayların altında başka bir şey aradıklarını görüyorum. Hep birlikte neredeyse aynı şeye inanıyorlar… Örneğin şu tür cümleler duyuyorum:

‘Bu iş o kadar da masum değil! Nasıl olur da bu kadar hızla yayılır? Mutlaka altında çeşitli örgütler var... Belki Ergenekon…  Belki Suriye istihbaratı…  Belki Rusya…  Zaten bizi yıkmak istiyorlar… Mezhep kışkırtması var... CHP var… vs.vs.’

İktidar tarafından hiç kimse, muhtemelen sokaklardaki insanları bizzat görmedi. Sokakta olsalardı, insanları kendi gözleriyle görselerdi ne kadar yanlış değerlendirdiklerini anlarlardı.

Sokaktakileri bizzat gözlemiş, onlarla konuşmuş ve hatta çeşitli mülakaatlar yapmış bir şahit olarak söylüyorum: Olayların bu denli büyümesinin asıl nedeni iktidarın bu basit fotoğrafı yanlış okumasıdır. Kullandığı siyasi iletişim dilidir. Göreceğiz; bu dil değişmeden bu kriz çözülemeyecek! 

Buradan başta iktidar olmak üzere, bu ülkeyi yöneten vicdan sahibi her yetkiliye söylüyorum... Boş yere öküzün altında buzağı aramayın! Bu olayların altında başka bir neden yok, örgüt yok. Bu ülkeyi on yılı aşkın bir süredir doğru okuyan, önemli başarılara imza atan bir heyet olarak yolunuza devam edebilmek için durun ve aklıselimle bakın şu son bir haftaya...

Bazen bir kaç ağaç, sadece bir kaç ağaçtır. Ama doğru görmek için çabalamazsanız, o bir kaç ağaç başa bela bir krize dönüşebilir.