Necati Özkan ve Seçim Zamanı

21 Ağustos 2007 Salı

‘Sokağa hakim olan sandığa hakim olur’

Yıl 1950. Türkiye kıpır kıpır, tutkulu... Seçimlerin hemen öncesi...

İktidarda ezici çogunluğa dayalı CHP hükumeti var. CHP’nin 27 yıl süren tek parti rejimi, bu partinin devlet gibi algılanması için gerekli herşeyi sağlamış. CHP il başkanları, bulundukları ilin valisi konumundalar. Hükumet, ordu, emniyet, bürokrasi, bakanlıklar, belediyeler, radyo ve gazete gibi yayın araçları CHP’nin denetiminde. Açıkçası durum algıdan öte gerçek; CHP herşey! CHP devletin ta kendisi!

4 yıl önce kurulan Demokrat Parti, 1946’daki ilk denemede halkın dikkatini çekmeyi başarmış. CHP=Devlet ikilisinin her türlü önlemine ve engellemesine rağmen bu ilk seçimde TBMM’ye 62 milletvekilini de sokabilmiş. Ama şimdi yeni bir şey yapmalı... Seçmene, CHP=Devlet ikilisinin engellemesine takılmadan ulaşabilecek bir kanal bulmalı...

O kanalı, Celal Bayar’ın kapalı bir toplantıda söylediği iddia edilen “CHP’nin devlete hakimiyeti bugün için sarsılmazdır. Bizim bunun aksine sokağa hakim olmamız lazım. Zaten sokağa hakim olan, sandığa hakim olur; sandığa hakim olansa devlete...” cümlesinde buluyorlar: Sokaklar! Ve o kanalı tutkuyla kullanıyorlar. Demokrat Parti, 1950 seçimleri öncesi tüm ülkeyi meşhur afişiyle donatıyor...“Yeter! Söz milletindir!”

Sonuç: Sonuç malum: Ülke, sokakların gücüyle demokrasiye geçiyor! DP, 10 yıl sürecek ve ancak askeri müdaheleyle son bulacak iktidara kavuşuyor...

Yıl 1973. 12 Mart darbesinin travma etkisi yeni yeni atlatılıyor... Türkiye yine kıpır kıpır, yine seçim var...

12 Mart’a karşı cesur duruşuyla siyasetin parlayan yıldızı Ecevit. Genç, heyecanlı, tutkulu bir lider. Bu genç lideri tutundurmak için yeni birşeyler yapmak lazım..

O şey bir mitingde kendiliğinden CHP’li siyasetçilerin kucağına düşüyor. Mitingin sonlarına doğru alana gelen Anadolu kadını soruyor: “Karaoğlan nirede ha evlatlar, Karaoğlanı görmek istiyom!” Herkes ninenin Ecevit’i kasdettiğini anlıyor. Partinin propaganda sorumluları can havliyle aradıkları o yeni şeyi bulduklarından öyle eminler ki, hemen start veriyorlar. Önce parti gençlik kollarındaki delikanlılar görevlendiriliyor: Meydanlar ve duvarlar “Umudumuz Karaoğlan” sloganlı afişlerle kaplanıyor. Ardından görevi seçmen kendiliğnden devralıyor; dağ taş aynı sloganla doluyor...

Sonuç: Ortanın Solu iktidar oluyor!

Yıl 1979, İngiltere. “Üzerinde güneş batmayan imparatorluk” günleri çoktan geride kalmış. İşçi Partisi iktidarı, gidişatı değiştirememiş, hatta topyekün fakirleşmeye neden olmuş. Ve seçim zamanı gelmiş çatmış...

Muhafazakar Partinin yeni lideri Margaret Thatcher, yeni ekonomik politikalarıyla Birleşik Krallık’ın eski parlak günlerini geri getirmek istiyor. İşçi Partisi hükumetinin kitleleri işsiz yığınlarına çeviren sözümona sosyal adaletçi-sendikalist politikaları neredeyse dokunmadık hane bırakmamış, her evden işşizlerin oluşturduğu kalabalıklar tüm zamanların en yüksek oranına yükselmiş...

İngiltere’nin ekonomik iflası öyle bir kullanmalı ki seçmen, İşçiler’den desteğini uzun süre kessin. Çözümü Saatchi kardeşler buluyor: İş ve İşçi Bulma Kurumu önünde uzun kuyruklar oluşturan işsiz İngiliz vatandaşları ve “Labour isn’t working” sloganının bulunduğu billboardlar... Tüm İngiltere bu billboardlarla donatılıyor...

Sonuç: Sonuç muazzam oluyor ve Muhafazakar Parti 17 yıl sürecek olan iktidarına başlıyor!

Son bir örnek: Yıl 2002. DSP-MHP-ANAP koalisyonu ülke tarihinin en büyük ekonomik yıkımına neden olmuş...

Ülkede bir başka seçim zamanı... Tüm partiler endişe içinde. Seçmenin canı öylesine yanmış ki, birileri bu faturayı ziyadesiyle ödeyecek. Merkez partilerin nerdeyse tamamı medyaya deli paralar akıtıyor.

Sadece AKP geleneksel medyada herhangi bir harcama yapmıyor...Tüm merkez partilerinden farklı olarak sadece outdoor kampanyası yapıyor. Büyük kentlerdeki bilboardlar, yerel yönetimlerde iktidarda olmanın da verdiği güçle kapatılıyor. Kasabalar, sokaklar Recep Tayyip Erdoğan’ın posterleriyle donatılıyor.

Sonuç: Henüz 1 yaşına basmamış AKP ve onun “sakıncalı” lideri tekbaşına iktidar!

Bütün bu örnekleri çoğaltmak mümkün.

Özetle söylemeye çalıştığımız şey çok belli öyle değil mi: Outdoor güçlü bir mecra. Hele siyasetin pazarlanmasında bu mecra çok daha güçlü ve önemli. Bunun nedeni, bu mecranın hayatın heryanında olmasından kaynaklanıyor.

Pazarlamada en önemli görevlerden birisi hedef kitlenin doğru tespitidir. Bu malı kim alacak? Ne sıklıkta kullanacak? Kimler daha sık kullanabilir? Bu kişileri nerde nasıl bulur, kalbini nasıl fethederim? Vs, vs... Ama siyastin pazarlamasında bu soruların çoğu anlamsızlaşır. Çünkü, hedef kitleniz tüm kişilerdir. Bu nedenle de 18 yaşın üzerindeki tüm vatandaşları hedeflersiniz. Üstelik bu kişilerin gelirleri ne olursa olsun sizi bir kere satın alırlar. (Bir seçimde bir kere oy verirler.)

Böyle olunca da, seçimlerde kullanılan iletişim ortamlarının hangisinin, bizim partimizin/ liderimizin/adayımızın mesajlarının iletilmesinde daha etkin olduğu sorusuna doğru cevap bulmak önemli hale geliyor. Celal Bayar’a atfedilen ve zaman zaman başka politikacılarca da dile getirilen “sokağa sahip olma” düşüncesi, bazı siyasetçiler açısından bu sorunun cevabının outdoor olduğunu bize anlatıyor. Acaba gerçekten böyle mi?
Kampanyaların Etkinliği


Evet diyenler %


Soru: Son birkaç hafta içerisinde …?

5-10 Mayıs 2005,
%
… televizyonda herhangi bir partinin seçim yayınını izlediniz mi?
70
… ilan panolarında siyasi reklamlara rastladınız mı?
62
… televizyondaki liderler programını izlediniz mi?
46
… gazetelerde siyasi reklamlar okudunuz mu?
48
… radyoda herhangi bir partinin yayınını dinlediniz mi?
20
… herhangi bir siyasi parti temsilcisinden telefon aldınız mı?
7
… herhangi bir siyasi partinin kampanyasında görev aldınız mı?
3
… herhangi bir siyasi partinin web sitesini ziyaret ettiniz mi?
4
… partiler ya da adaylarla ilgili bilgi almak amacıyla interneti kullandınız mı?
7
… bir adayın mitingine katıldınız mı?
2
… posta kutunuz vasıtasıyla herhangi bir partiden video kaseti aldınız mı?
3

Kaynak: MORI, Taban: c. 1000, 18 yaş üstü İngiliz seçmenleri. / Election Time 05- EAPC yayını

Bu tablo, İngiltere’de yapılan 2005 genel seçimlerinden hemen sonra gerçekleştirilen bir anketin sonuçlarının bir kısmını gösteriyor.

Görüşülen her yüz kişiden 62’si seçim kampanyası döneminde bir siyasi partinin afişini gördüğünü beyan etmiş. Bu oran neredeyse televizyonlardaki yayınların izlenme oranına yakın, seçim tartışmalarını TV’lerden izleyenlerin ve gazetelerdeki ilanlara rastlayanların oranınlarının birbuçuk katı. İlginçtir ki sonuçlar, İngiltere gibi ileri bir ülkede bile siyasi mücadelelerin artık siber ortamda geçeceği yönündeki öngörülerin oldukça abartılı olduğu kanıtlıyor. Seçmenlerin yalnızca %4’ü bu kampanyaları gördüğünü beyan etmişler.

Gazetelere verilen siyasi reklamların okunurluk oranı ise, ülkemize nazaran daha yüksek bir gazete satış oranına sahip olan İngiltere’de bile, nüfusun ancak yarısının, bu mecralardaki mesajları gördüğünü ortaya koymuş oluyor.

Özetle araştırma sonuçları, sokaklara hakim olmanın ne anlama geldiğini bize gösteriyor. Benzeri başka araştırma sonuçlarından haberdar olmanın bir sonucu olsa gerek, İngiliz siyasi reklamcılığının en dikkate değer ürünleri her zaman açıkhava için yapılmıştır.

Ülkemizdeki toplam gazete tirajının, nüfusun % 10’undan bile daha düşük olduğu gerçeği de siyasi iletişim için outdoorun neden önemli bir mecra olduğunu anlaşılır kılıyor. Özellikle büyük boyutlu açıkhava uygulamaları, sadece görünürlük için değil, seçmen zihninde pozitif bir algılama için de önemli hale geliyor.

22 Temmuz 2007 Genel Seçimlerinde de bu kuralın değişmediğini gördük. AKP, ülke çapında outdoor kullanmadık yerleşim birimi bırakmadı. Her kentte ve her kasabada, klasik outdoor araçlarının yanısıra, o yörenin stratejik olarak önemli lokasyonlarında duvar kiralamaları yapıldı. O lokasyona en yakın mesafedeki toplumsal merkeze ilişkin mesajlar kullanıldı. Benzer şekilde, karayolları, sahiller, havaalanları ve toplu nüfus hareketlerinin olduğu “HUB”larda kiralamalar yapıldı.

Bir kez daha, sokağa hakim olan, iktidara hakim oldu.

Demokrasiyi savunmak kazandırıyor

Bu seçimde Türk seçmeni üzerinde mağduru kollama düşüncesi mi etkili olur, yoksa ‘Aman ortalık karışmasın’ düşüncesi mi?

Necati Özkan: 90’lı yılların başından 2002 seçimlerine kadar olan süreçte demokrasi dışı güçlerce yapılan her müdahalenin Milli Görüş geleneğinden gelen partilerin güçlenmesine yaradığını görüyoruz. Ben bu müdahalenin de aynı şekilde sonuçlanacağını düşünüyorum.

Geçmişte “mağduriyet” politikasının kazandırdığını gördük. Ama bu kez tam olarak mağduru oynamadı AKP. Tam tersine Genelkurmay’ın bildirisine “Sen de kim oluyorsun? Hükümet benim ve sen benim altımda bir memursun” dedi. Bence onlara kazandıran mağdur duruşu değil, bu duruş oldu.

Bu tepki, 12 Mart Muhtırası’nın ertesinde, 1970’lerin başında, bir milli uzlaşma hükümeti kurmak isteyen orduya karşı, Bülent Ecevit’in gösterdiği tepkinin bir benzeri aslında. Ecevit, Nihat Erim ve Sadi Irmak hükümetlerine CHP’nin destek vermesine şiddetle karşı çıkmıştı. İsmet İnönü tam tersini düşündüğü için partisindeki görevinden istifa etmişti. Bu duruşunun sonucunda Ecevit’in, milli kahraman İsmet İnönü’ye karşı genel başkanlık mücadelesini kazandığını ve seçimlerden de CHP’yi birinci parti yaparak çıktığını gördük. Ecevit bir sonraki seçimde de solun yakaladığı en yüksek oyu aldı. Demokrasiyi savunmak, askere karşı demokratik duruş sergileyebilmek aslında siyasetçinin demokrasi konusundaki pozisyonunu güçlendiriyor. Bu da seçmenin o siyasetçiyi tercih etmesine yardım ediyor.

Yayınlanan yayınlanmayan pek çok kamuoyu yoklaması, ordunun e-muhtırasından önce AKP’nin yüzde 28-29’larda olduğunu gösterirken, bugün yüzde 40’ları aşan bir oy alacağını gösteriyor. Elbette bu rakamlar net değil, kesin değil. Fakat çok kayda değer bir yükselişte olduğu da bir gerçek. AKP bu süreçten kazançlı çıkacak. 2002 seçim kampanyasında işleyen ‘İnadına Tayyip’ mekanizması burada da işleyecek gibi görünüyor. “Madem siz böyle yapıyorsunuz, biz daha fazla oy verelim de görün” diyebilecek çok sayıda seçmen var. Tabii bu, seçime kadar olan süreçte AKP’nin iletişim kampanyalarını nasıl yürüteceğine, ‘kirli dosyaların’ ortaya çıkıp çıkmayacağına, diğerlerinin ne yapacağına ve ne söyleyeceğine göre değişebilir. Ama ben o muhtırayı duyduğum an “Birileri yine AKP’ye yardım ediyor” diye düşündüm.

Bu durumda AKP’nin nasıl bir kampanya yürütmesi gerekir?

Necati Özkan : Bugüne kadar dünyada ikinci kez seçilmeyi başarmış devlet başkanları ya da hükümet başkanlarının kampanyalarına dikkatle baktığımızda çoğu kez geçmişteki başarılı çalışmalarının üstüne giden ve daha çok umut vaat eden kampanyalar yürüttüklerini görüyoruz. Elbette ki mağduriyetle ilgili bir takım söylemleri olacak AKP’nin, ama kampanyanın ana stratejisinin mağduriyet üzerine binmesi AKP’nin kaybetmesi için en kesin ve garantili yol olur. Çünkü o zaman politikacı olarak aciz portresi çizmiş olacaklar ki, bana göre hiç de öyle bir profilleri yok.

Önceki seçimlerde müdahalelere maruz kalmış aktörler bunu nasıl kullandılar?

Necati Özkan : Mesela 1960’dan hemen sonra kurulan Adalet Partisi’nin kampanyalarına bakarsak, o kampanyalarda bazen açıkça bazen gizlice “Biz Demokrat Parti’nin devamıyız” diyen söylemler var. ‘Demokrat’, o dönemin neredeyse yasaklı kelimelerinden biri olduğu için, parti logosu olarak ‘Demirkırat’ı sembolize eden beyaz at amblemi yaratıldı. Ve onunla kazandılar. Yani her ne kadar sistem ve ordu “demirkırat”ı yasaklasa da onun üstüne giderek, onu kullanarak kazandılar.

Yine demin değindiğim gibi; 12 Mart muhtırasının hemen arkasından, 1971 darbesinden sonra Ecevit’in de davranışı benzer şekildeydi.

Turgut Özal’a gelince, seçim bir-iki gün kala Kenan Evren’in devlet başkanı olarak yaptığı müdahale, yani TV’deki konuşmasında Turgut Sunalp’e arka çıkıp, Özal’a karşıtlığını ortaya koymuş olması, yine Özal’a yaradı.

Parlamenter sistem dışındaki aktörlerin müdahalesine karşı dik durmak, demokrasiyi savunmak, geçmişteki başarıları hatırlatmak, başarılarla ilgili vaatlerde bulunmak ve devlete ilişkin problemli alanlara çok girmeden demokrasiyi geliştireceğine dair söylemlerde bulunmak her zaman çok daha doğru. Seçmeni sandık başına götüren budur.

Son bir yıla baktığımız zaman bütün siyasetin kutsallar üzerine kurulu bir siyaset olduğunu söyleyebiliriz: Milliyetçilik, bayrak, din, laiklik, Cumhuriyet, Mustafa Kemal… Bir tarafta ‘din elden gidiyor’, bir tarafta ‘laiklik elden gidiyor’ söylemleri… Bu iklim aslında siyaset yapmak için en kolay iklim.

Oysa siyasetin özü kutsallardan ziyade gündelik hayatın iyileştirilmesiyle ilgili bir şeydir. Fakat siyasetçiler ya bunu beceremiyor ya da bunu yapmak işlerine gelmiyor. Zaten kutsal üzerine inşa edilen her iş Türkiye’de ve bugünün toplumunda çalışıyor. İşin garibi, siyasette var olan bütün oyuncular kutsallar üzerine oynuyor. Henüz ortada düzgün bir ekonomik program sunabilen bir büyük oyuncu yok.

Bu durumda CHP’nin şansı ne olur?

Necati Özkan : CHP’nin pozisyonunu, devleti korumaya çalışan bir parti pozisyonu olarak görebiliriz. Devlete karşı ne kadar tehdit varsa, CHP ona karşı tavır alıyor. Kürt sorunu, Irak sorunu, Kıbrıs meselesi, Avrupa Birliği gibi konularda CHP’nin tavrı hep böyle.

‘Bu devleti kuran bensen, korumak da benim görevim’ şeklinde özetlenebilecek bir tavır bu. Ancak bu tavır tek başına bir seçim kazanmaya yetecek bir tavır değil. Bütün demokrasilerde gördüğümüz şey şu: Değişimi savunan, demokrasiyi bayrak yapan partiler kazanıyor hep. Sadece eleştiren değil, ama seçmenlerin hayatında pozitif değişimleri vaat eden partiler kazanıyor hep.

(Bu söyleşi 1 Mayıs 2007 tarihli MediaCat dergisinden alınmıştır.)

9 Temmuz 2007 Pazartesi

Demokrasi için sandık başına!

Türkiye toz duman...

Farketmeyen kaldı mı? Son iki ay, ülkemiz demokrasisinde ne önemli bir kırılma dönemidir. Farketmeyen kaldı mı, bu iki ayda gün be gün yaşadığımız ve şahit olduğumuz her bir gelişme yarınımızı ne denli etkileyecek güçtedir?

2002 yılındaki 3 Kasım Seçimleri ile TBMM’de bir daha zor elde edilebilecek bir çoğunluğu ele geçiren iktidar partisi, bu yasama döneminde kendi partisinden bir ismi Cumhurbaşkanı seçmek ve ancak ondan sonra ve zamanında genel seçimlere gitmek üzere konum almıştı.

Muhalefet ise, bu parlamentonun millet iradesini adil olarak temsil etmediğini ve Cumhurbaşkanını seçme görevinin erken seçimle yenilenecek bir sonraki parlamentoya bırakılmasını savunan bir pozisyondaydı.

Anlaşamadılar. Ve olanlar oldu....

Başbakanın, AKP içi anketlerle Cumhurbaşkanı adayını belirleme ve adayın ismini son güne kadar açıklamama taktiği, muhalefetin Çankaya’ya çıkacak isimle ilgili talepleri, Genelkurmay Başkanı’nın 17 Nisan’da düzenlediği basın toplantısı, “Cumhuriyet Mitingleri”, meclis başkanının tavrıyla şekillendiği söylenen Dışişleri Bakanı Abdullah Gül’ün adaylığı, Genelkurmay sitesine düşen 27 Nisan tarihli e-muhtıra, TBMM’nin Gül’ün adaylığını oylaması, bu oylamaya ilişkin Anayasa Mahkemesi’nin “367 kararı” ve sonrası...

Demokratsız demokrasi!

Ne yazık ki, geride bıraktığımız son iki ay demokrasi tarihimiz için gurur duyabileceğimiz bir dönem değildir. Bu ülkede yaşayan hiç kimse, yıllar sonra bu iki aylık süreci demokrasimizin doruğu olarak niteleyemez. Süreçte, hepimize demokrasi ve hizmet getirmekle mükellef siyasetçilerin demokrasi kültürlerinin ne denli eksik olduğunu gördük.

İktidar seçmenin ve sistemin 3 Kasım 2002’de kendisine verdiği olağanüstü gücü, bu süreci yönetecek maharetle kullanamadı. Cumhuriyetin kuruluşundan beri hep sıkıntılı olagelmiş, çoğu kez sistemi kilitlemiş ve hatta darbelere neden olmuş olan bu sürecin fotoğrafını okuyamadı. Hatta, Cumhurbaşkanlığı seçim sürecini, Meteoroloji’ye müdür atama süreci gibi algıladığı ortaya çıktı.

Muhalefetle uzlaşmaya çabalamak ve her şartta diyalogu sürdürmek, demokrasi içindeki diğer sivil güçlerin görüşünü ve gönlünü almak gibi asgari düzeyde demokrat bir tutum sergileyemedi.

367 rakımlı tepeyi fethetmek...

Ve hatta demokrasiyi, “Çoğunluğum var, istediğimi Cumhurbaşkanı yaparım” seviyesinde hissettiği görüldü. Cumhurbaşkanını demokratik bir zihniyetle seçmek yerine, bu makamı fütühatla zaptetmeye çalışan marjinal bir algısı çizmiş oldu.

Muhalefet, son iki ayda gelişen ve çoğu kişinin demokrasi dışı olarak nitelediği önemli gelişmelere doğrudan veya dolaylı olarak katkıda bulundu. Kendisi bir aday belirlemediği gibi, aday belirleme sürecinin kutuplaşmaya dönüşmesini hızlandıracak pek çok eylem ve söylem geliştirdi.

Muhalefet, orduyu sürece çekmeye çalışan demeçlerle... Anayasa Mahkemesi’nin verdiği “367 kararı”nın hemen öncesinde yapılan açıklamalarla... Cumhuriyet Mitinglerinde gelişen iklimi kullanıp, kutuplaşmayı derinleştiren söylemlerle... e-muhtıraya karşı en azından nötr kalan duruşuyla... demokrasiyi özümsemekten ne denli uzak olduğunu göstermiş oldu.

Kendiliğinden iyileşecek hastayı kötürümleştirmek...

Ne yazık ki demokrasimiz, batılı demokrasiler seviyesine bir türlü ulaşamıyor. Hoşgörü ve uzlaşma kültürü bir türlü gelişemiyor. Demokrasimizdeki oyuncular demokrat olmayı başaramıyorlar. Sonuçta da sistemde riskler algılayan asker, kendince sisteme ince ayar çekiyor. Ama bu ince ayar, yaraya merhem olmak şöyle dursun, kendiliğinden iyileşecek hastayı müzminleştiriyor.

Sandıkla demokrasiyi savunmak...

İnsanlığın geliştirebildiği en ileri yönetim ve yaşam biçimi olan demokrasiyi korumanın ve geliştirmenin tek bir yolu vardır: İktidarın kansız el değiştirebilmesini sağlayan mekanizmaları hemen devreye sokabilmek. Bunun dışındaki tüm çabalar, niyeti tersi bile olsa, ülkeye, demokrasiye ve sisteme zarar verir.

Demokrasileri besleyen ve iktidarın kansız el değiştirebilmesini olanaklı kılan mekanizmaya seçim diyoruz. Seçimlerde, sadece inandığımız yada kuşku duyduğumuz bir lider iktidara gelmez. Bu mekanizma ile, sistem güçlenir ve sistem dışında kalması gereken güçler kendi mevzilerine çekilirler.

22 Temmuzda görev başına!

22 Temmuz Seçimleri sanılandan çok daha önemli bir seçim olacak. Seçimden sonra oluşacak yeni parlamento tablosu ve o tabloda rol alacak olan aktörler, son iki ayda oluşan düğümü çözecekler ya da daha zor ve çözülmesi güç yeni düğümler yaratacaklar. Ya bize ve zamanımıza yakışır bir demokrasi şekillenecek, ya da ufkumuz biraz daha kararacak. Dolayısıyla, bu seçim işimiz gerçekten zor. İyi anlamadı, iyi dinlemeli ve doğru karar vermeliyiz.

George W. Bush ve Konumlandırma

Seçim kampanyalarının amacı; parti lehine oy kullanmak üzere seçmeni sandık başına gitmeye ikna etmektir. Amaç bu denli somut olarak tanımlanınca, kampanyaların değerlendirilmesi kolaylaşıyor: Bir kampanya çalışıyorsa doğru ve başarılıdır, çalışmıyorsa yanlış ve başarısız! Başka hiçbir ölçüt yoktur. Çalışan bir kampanya yaratmanın yolu ise, doğru konumlandırmadan geçer.

Amerika’da tüm zamanların en büyük kampanyalarından biri 3 Kasım 2004’te yapılan son başkanlık kampanyasında yaşandı. Sadece en uzun kampanyalardan biri değildi bu kampanya, 1.6 milyar doları aşan toplam harcamasıyla, (Evet yanlış değil, 1 milyar 600 milyon dolar. Yani Türkiye’de yapılan reklam yatırımlarının toplamı kadar bir tutar) tüm zamanların en yüksek bütçeli siyasal iletişim kampanyasıydı. Hatırlanacağı gibi, canlı yayında tüm dünyanın sonuçlarını merakla izlediği bu seçimi, Cumhuriyetçi Başkan George W. Bush 2. kez kazanmıştı.

İlk dönem seçildiğinde şaibe dolu bir süreçle Beyaz Saray’ı ele geçiren Bush’un iktidarının ilk yılında ABD, 11 Eylül’le sarsılmıştı. Saldırıdan sonra Bush, önce Afganistan’a, ardından Irak’a saldırdı. Çünkü, Bush ve Bush’u iktidara getiren Yeni Muhafazakarlar, Amerikanın global imparatorluğunu pekiştirmekte güç kullanmanın, her şeyden önemli olduğunu düşünüyorlardı.

2004 yılındaki başkanlık seçimleri arefesinde, savunma giderleri patladı. Bütçe açıkları 500 milyar dolara yaklaşan hacmiyle zirveye tırmandı. Cari işlemler dengesi Amerikan tarihinin en kötü dönemlerinden birine girdi. Bu süreçte yarım milyondan fazla kişi işini kaybetti. Petrol fiyatları varil başına 60 doları fırladı. Dolar tüm dünyada tepetaklak yuvarlanmaya başladı. Ve Amerika dış politikada yalnızlaştı.

Güvenlikte, ekonomide, istihdamda ve dış politikada, huzur ve zenginlik dolu Clinton dönemiyle kıyaslanamayacak bir Amerika fotoğrafı oluştu. Bütün bu koşullar, 2004 seçimleri öncesinde Bush’a rakip bir aday için inanılmaz avantajlar sağlıyordu. Başlangıçta öyleydi de!

John Kerry’in kullanılamayan konumu

2004 ilkbaharında, Demokrat Parti içindeki tüm rakiplerini geride bırakan John Kerry, çeşitli kamuoyu araştırmalarından çıkan sonuçların ortaya koyduğu gibi, Başkan Bush’un 6 ila 8 puan önünde yarışa başladı. Üstelik, Kerry kampanyaya rakibinden önce start verdi. Ayrıca aydınlar, sanatçılar, işadamları ve sporculardan oluşan muazzam bir taraftara da sahipti.

Zamanında Vietnam savaşına gönüllü olarak katılmış, ama savaşın yanlışlıklarını görünce aktif bir savaş karşıtına dönüşmüş olan John Kerry’nin, kişisel kariyerinde sahip olduğu bu politik avantaj kampanyada değerlendirilemedi. Dahası, kampanya o denli kötü yönetildi ki, bu avantajlar silinip gitmekle kalmadı, bir dezavantaja dönüştü.

Kampanyanın başında, Kerry’nin Vietnam’a gidişi, savaşta sergilediği kahramanlıkları, belgeseller ve tanıklığa dayalı filmlerle Amerikan seçmenine anlatıldı. Ama sonraki filmlerin hemen hepsi, Başkan Bush’un politikalarının eleştirisine ayrıldı. Amerika’nın iyi yönetilemediği, Irak’ta bir batağa saplanıldığı, dışarıda Amerika’nın yalnızlaştığı söylendi durdu.

Örneğin Kerry kampanyasının siyah beyaz slow motion Bush görüntüleriyle başlayan bir filminde, ‘George Bush. Irakta 200 milyar dolar batırdı. Amerikalılar işlerini kaybetti ve sağlık hizmetlerine daha yüksek paralar ödemeye başladı. Bush’un yanlış seçimleri, bizi kendi ülkemizde daha da güçsüzleştiriyor. John Kerry, şirketleri yönelik vergi teşviklerini durduracak ve her ailenin sağlık giderinde 1000 dolardan fazla bir indirimi sağlayacak’ diyordu.

Bir anlamda, tüm kişisel kariyerini savaş karşıtlığı ve insan hayatına değer vermekle oluşturmuş olan Kerry, savaş nedeniyle harcanan dolarları Irak’ta kaybedilen 1000’den fazla askerin değerinin önüne koymuş oluyordu.

Bush ve konumlandırma

Belki de, 11 Eylül saldırısının Amerikan seçmeninde yarattığı duygularla ilgili çeşitli araştırmaların ortaya koymuş olduğu seçmen analizleri yüzünden, Demokrat aday, kendisini açıkça savaşa karşıtı olarak konumlayamadı. Dahası, ABD Başkanlık seçimlerinin en önemli ayaklarından biri olan televizyon karşılaşmasında Bush’un Irak politikalarını kıyasıya eleştirdikten sonra, kendisine ‘Siz olsaydınız ne yapardınız?’ diye sorulduğunda ‘Ben de Irak’a asker gönderirdim’ deyiverdi. Ne Irak’ta kitle imha silahı çıkmadığını anlatabildi, ne de kendisinin Bush’un saldırgan politikalarının panzehiri olabileceğini…

Daha da kötüsü Kerry, Demokrat Parti kongresine üniformalı fotoğraflarını astırdı! Kerry kampanyası, Pepsi karşısında gerileyen pazar payını artırmak için formülünü değiştiren Cola’nın durumuna düştü. Kerry bir konumlandırma ucubesine dönüştü. O zamana kadar, Bush’tan temel farkının ne olduğunu bir türlü anlatamayan Kerry’nin, gerçekte bir farkının olmadığı ortaya çıkmış oldu. Kerry’nin 30 yıllık algısı alt üst oldu.

Oysa ki Bush’un kampanyasını yürüten Karl Rove başkanlığındaki ekip, entelektüelliğin değil, güçlü ama sevecen bir baba figürünün çalışacağına inanıyordu. Seçmeni, 11 Eylül’ün yarattığı korkulara karşı koruyup kollayan, onu şefkatle bağrına basan ve ona, ‘Korkma, endişelenme, her şey iyi olacak, çünkü ben buradayım, senin yanındayım ve seni koruyabilecek yegane alternatif benim’ diyen dirayetli bir figür!

Bush kampanyası, Afganistan ve Irak dahil olmak üzere, Başkanın tüm politikalarını sahiplenen ve ikinci dönem seçilirse, vatandaşlarının güvenliği için aynı şeyleri tekrar yapmaktan asla kaçınmayacağını vurgulayan filmlerden oluşturuldu. Bush’un kampanyası, dirayetli bir lider imajı yarattı.

Kerry kampanyası ise ne bir ütopya yaratabildi, ne de optimist bir rüzgar estirebildi. Eşcinsel evliliklerinin halkoyuna sunulduğu o seçimde Kerry bu tür evlilikleri destekleyerek, ahlakçı orta sınıf seçmenle de ters düştü. Kampanyadan bildiğimiz sonuç ortaya çıktı: Bush bu kez hakkıyla kazandı. Ve böylelikle bir kez daha taklit olan değil, gerçek olan kazandı.

Bandwagon effect ve Mitingler

Siyasi iletişim ve propaganda terminolojisinde İngilizce karşılığı 'bandwagon' olan bir etki çok konuşulur. Seçmenlerin genellikle kazanandan yana olmak istedikleri için güçlü partilere oy vermelerini izah eden bir kavramdır “Bandwagon” etkisi. Bandwagon etkisi bize seçmenin neden öne çıkan partiye yöneldiklerini açıklar.

Türkçeye 'Bandolu vagon' olarak çevirebileceğimiz bu teriminin kökleri Amerika Birleşik Devletleri'ndeki eski seçim kampanyalarına dayanır. Eskiden ABD başkan adayları seçim kampanyaları sırasında tren kiralayarak ülkeyi baştan başa dolaşırlarmış. Adayın gezeceği tren süslenir, varılacak kasabanın istasyonuna girerken uzun uzun düdük öttürür, durunca aday bir vagonun üstüne çıkıp nutuk atarmış.

Adayı taşıyan trenin en arka vagonunda adayla beraber ülkeyi gezen bir de bando takımı bulunur ve bu bando kente girerken yüksek perdeden müzik icra edermiş. Siyasete ilgisiz olan seçmenler işte bu bandonun hatırına trenin peşine takılıp, adayın konuşmasını dinlerlermiş.

İşte bu nedenle o tarihlerden beri kazananın yanında olma içgüdüsüne İngilizcede, 'Bandwagon' etkisi deniliyor. Bu etki, insanların başarılıdan yana olmak istedikleri varsayımına dayanıyor. Pek çok ülkede kararsız pek çok seçmen kampanyanın sonuna kadar bekleyip, sinyal almaya çalışır ve sonunda kazanacağına inandığı partiye oy verir.

Badwagon etkisi bir başka anlatımla sürü psikolojisi gibi algılanabilir. Temel mekanizma “herkes böyle davranıyorsa bende böyle davranmalıyım” şeklindedir.

Tüm bu nedenlerden dolayı ülkemizde mitingler hala seçim kampanyalarının en önemli enstrümanı olmaya devam ediyor. Gerçekten de mitingler bir seçimin kazanılılıp kaybedileceğinin ip uçlarıyla doludur. Mitingler bir partiyi var edebilir veya yok edebilir.

Nasıl 2002 Seçimleri öncesinde Genç Parti'yi şarkılı türkülü, köfteli arabesk konserli mitingler var etmişse, Yeni Türkiye Partisi'nin büyüsünü de zamanlaması yanlış yapılan o meşhur Kayseri mitingi bozmuştur.

Seçim mitingleri dikkatli planlanmalı, kusursuz uygulanabilmelidir. Mitingler, siyasetin ete kemiğe bürünmüş şeklidir. Duygu, coşku, kızgınlık ve güçtür mitingler. Mitinglere kesinlikle taşınabileceği kadar seçmen taşınmalı ve alan doldurulmalıdır.

Yüzlerce aracın, yüzbinlerce seçmenin toparlanabildiği büyük mitingler, iktidara alternatif olabilecek bir partiyi işaret eder. Lakin böyle bir miting yapmak, müthiş pahalıdır ve olağanüstü organizasyon gücü gerektirir.

Bu tür bir miting yapmak isteyen partilerin, asla sadece o kentteki yerel örgütüne güvenmemesi gerekir. Çünkü bu iş tam bir uzmanlık işidir ve sadece amatörlerle yapılamaz. En uygun çözüm, parti örgütü ile profesyonel gücün işbirliğini sağlayacak bir mekanizmanın geliştirilmesidir.

Ön hazırlıkları profesyonelce tamamlanmadan İstanbul, Ankara, İzmir gibi büyük kentlerde asla miting yapılmamalıdır. Aksi halde, partinin güçsüz ve seçmensiz olduğu izlenimi doğar ki, bu izlenim seçim kaybetmenin garantili yollarından biridir. Kötü geçen bir kaç mitingden sonra hem örgüt tüm motivasyonunu kaybeder hem de rahmetli İsmail Cem’in Yeni Türkiye Partisi örneğinde olduğu gibi medya ve aydınlar üzerdeki etkinizi kaybeder ve hatta kurucularınızdan olursunuz.

Miting düzenlemeye küçük şehirlerden başlamak en iyisidir. Öncelikle küçük şehirlerde, tanınmış insanların partilerinden bağımsız bir çekim gücü vardır. Küçük yerleşim yerlerinde yaşayan insanlar, medyadan adını duydukları siyasetçileri yakından görmek isterler. Üstelik bu yörelerin insanları hem daha sıcaktır, hem de onlara erişmek daha kolaydır. Dahası, bu yörelerde miting alanları doğallıkla küçük olduğu için miting yapılacak alan çok kolay dolar. Ekranlara ve sayfalara yansıyan miting fotoğrafı güçlü olur. Ayrıca parti örgütünün ve profesyonel ekibin organizasyon kapasitesi de sınanmış olur.

Miting yapılacak kentin, önceden afiş ve billboardlarla donatılması şarttır. Parti lideri o kente gitmeden heyecanı gitmelidir. Afişler yerel örgütü, yandaşları ve adayları da ateşler. Unutulmamalıdır ki, seçim kazanmak bir ruh ve inanç işidir. İyi planlanır ve uygulanırsa mitingler buna oldukça yardım eder. Afişlemeyle birlikte, bayrak ve dövizler de partinin güçlü olduğu izlenimine yardımcı olur.

Bir miting alanında aynı anda binlerce döviz havaya kalktığında, her el kaldıranın parti seçmeni olduğu ve partinin o yörede çok güçlü olduğu yolunda bir kanaat uyanır. Bu etki ve kanaat çok çabuk yayılır.

Bandwagon : “Az nereye, çoğun yanına”

Türkiye’nin batı yörelerinde bir halk deyişi vardır: “Az nereye çoğun yanına.” Bu deyiş, seçimlerin neticesini belirlemede etkili olabilecen tek grup olan kararsızların, bandwagon etkisiyle nasıl kazanılabileceğini sokaktaki vatandaşımızın da çok iyi anladığını anlatır. Bir partinin yada bir adayın seçimi kazanacağı yolundaki yaygın inanç, adayın seçimi gerçekten kazanması yolunda etkili olmaktadır. Seçmen her zaman güçlüden ve kazanacak olandan yana olmayı sever. Anketler bu nedenle her zaman bandwagon etkisini tetiklemiştir.

Seçimlerde bir partinin yada adayın seçimi kazanabileceğine dair algıyı güçlendirmenin yollarından biri de "seçim konvoyları"dır. Partililerin muhtelif araçlarla katılarak kenti gürültüye boğduğu bu şarkılı türkülü konvoylar bir çeşit kamuoyu yoklaması anlamına gelir seçmenin gözünde. Meraklı esnaf çoğu kez sokağa çıkıp hangi partinin konvoyunda ne kadar arac sayar ve elde ettiği bilgiyi yayar. Ağızdan ağıza yayılan bu bilgi yine bandwagon etkisine neden olur.

Bu gibi, "azları", "çok"un yanına çekme çalışmaları hem anlamlı hem de son derece renkli ve eğlencelidir. Bu konuyu da işin bu yanını, yerel ölçekte kampanya yürütmenin ne denli keyifli ve öğretici bir deneyim olduğunu hatırlatarak noktalayalım...

Strateji ve Mesaj

22 Temmuz Seçimlerinin demokrasi tarihimizde önemli seçimler arasında olacağı şimdiden belli. Bu seçimlerin sonucunda ortaya çıkacak olan meclis aritmetiğinin, siyasetçilerimizi demokrat davranmaya yönlendirebilmesi gerek. Ancak demokratlık ve uzlaşma ülkemizin şu anda düğümlenmiş olan sistemini yeniden çalıştırabilir.

Seçim gününe sadece üç hafta kala başlayan siyasi parti reklamları ile siyasetçiler kararımızı etkilemeye çalışıyorlar. AKP, icraatlarının muhasebesini yapan ve sistemin kendisine adil davranmadığına odaklanan bir strateji izlerken, CHP ve MHP iktidarın icraatları sonucu rejime yönelik tehditlerin arttığına ve ülkenin bölünme riskiyle karşı karşıya olduğuna dikkat çekerek kendilerinin bu tehlikeli gidişi durdurabilecek alternatifler olduklarını söylemeye çalışıyorlar. DP ise, iki büyük partinin yarattığı kamplaşma ortamından herkesin zarar göreceğinden hareketle, kendisini soruna çözüm olarak konumlandırıyor. İster istemez, Cumhurbaşkanlığı seçim sürecinin yaratmış olduğu fay hattı, kampanyaların iklimini ve stratejisini etkilemiş görünüyor.

İktidarın kansız el değiştirebilmesi demokrasinin en büyük nimetidir. İktidarın kansız değişimi seçimler neticesinde mümkün olabilmektedir. Siyasi partiler belirli bir ihtiyaçtan doğarlar ve toplumun belirli bir kesimine dayanırlar. Tüm seçmen kitlelerinin sesi olabilmek siyasi partiler için olabilecek bir durum değildir. Bu nedenle siyasi partiler, dayanacakları seçmen kitlelerini doğru tanımlamalı, onları iyi anlamalı ve o seçmen kitlerinin ihtiyaçlarına dönük olarak pozisyon almalıdırlar. Seçim kampanyaları, siyasi partilerin almış oldukları pozisyonu doğru anlatabilecek bir strateji ve o stratejiyi etkili bir şekilde anlatabilecek olan bir mesajla başarılı olabilirler.

Seçim kampanyasının başarısı stratejisine bağlıdır. Strateji seçimin nasıl konumlanacağının tanımlanmasıdır. Seçim döneminin ikliminden analiz edilmesiyle bulunur ve şu kısa soruların cevapları üzerine kurgulanır:

1. Bize kim oy verebilir?

2. Bize niçin oy versinler?

Seçim kampanyasında kendi seçmenlerimiz ile bize kesinlikle oy vermeyecek olan seçmenler gözardı edilir ve kararsız olan seçmen kitleleri üzerinde odaklanılır. Çünkü kararsız seçmenleri kendi tarafımıza çekebilmek, rakip partilerin seçmenlerini çekebilmekten daha kolaydır.

Seçim kampanyalarında stratejinin yanı sıra, etkilenmesi hedeflenen seçmenleri parti lehine oy kullanmak üzere sandık başına gitmeye ikna eden şey kampanyanın mesajıdır. Mesaj, strateji dediğimiz şeyin sanata dönmüş halidir. Etkili mesaj yaratmanın yolu şudur: Tek bir mesaj, bin değişik ses!

Etkili bir mesaj partiyi veya lideri rakiplerinden farklılaştıracak şekilde konumlandırır. Mesaj mutlaka seçmenin duygu ve düşünceleriyle uyumlu olmalıdır. Duygulara hitap etmeli, onları belirlenen hedefe yönlendirebilmelidir. Mesaj hatırlanabilir ve tekrarlanabilir olmak için mümkün olduğunca kısa, net ve anlaşılır olmalıdır. Ayrıca mesaj rakip mesajlardan daha farklı ve daha çarpıcı bir biçimde ifade edilmelidir.

Gerçekler, detaylar, sorunlar asla bir kampanyanın ana mesajı olamazlar. Örneğin “HERKES İÇİN DAHA İYİ BİR HAYAT!” cümlesi bir mesajdır. Ama “Yılda 2.000 yeni okul inşa edeceğiz.” veya “4 yılda 40.000 yeni ev yaptık” cümleleri birer mesaj değildirler.

İyi bir mesaj gerçek olmalı, partiyle, liderle, zamanla ilgili olmalı, mümkünse illustre edilebilmeli ve fotoğrafla anlatılabilmelidir. 1950’de Demokrat Parti’yi iş başına getiren ”Yeter, Söz milletindir!” kampanyasındaki el illüstrasyonu, mesajın gücünü kat kat artırdığı için etkili olabilmiştir. Veya SHP’nin ”Sıkılmış Limon” kampanyasındaki limon sıkan el fotoğrafı aynı nedenle etkili olabilmiştir. Mesaj seçmeni harekete geçirebilmelidir.

Doğru bir strateji ve güçlü bir mesajın yanısıra, gerek yeryüzündeki tecrübeler, gerekse ülkemiz demokrasi tarihi bizi aynı noktaya getiriyor: Seçim kazandıran asıl faktör liderdir. Seçimleri program değil lider kazanır. Seçmen liderin geçmişine önem verse de, geçmiş için değil gelecek için oy verir. Seçimlerde kampanya döneminde yaratılan umut için oy verilir.

Umarız, 22 Temmuz Seçimleri Türkiye için bir kabusun değil, umudun başlangıcı olur. Seçimden sonra oluşacak parlamento tablosu ve o tabloda rol alacak olan aktörler, dileriz ki son birkaç oluşan düğümü iyi analiz ederler ve çözülmesi güç yeni düğümler yaratmazlar. Dileriz bize ve zamanımıza yakışır bir demokrasiyi yeniden inşaa ederler. Şunu bir kez daha vurgulamalıyız ki, bu seçim işimiz gerçekten zor. İyi anlamadı, iyi dinlemeli ve doğru karar vermeliyiz.

İdeoloji ve Fikir

Siyasetin pazarlaması, her yeni gün biraz daha zorlaşan bir uğraş.1989 Kasım’ında Berlin Duvarı’nın yıkılması, bu alanda tamiri zor bir kırılma yarattı. O güne kadar iki ayrı kutupta yer alan siyasi partiler, liderlik sorunları ne denli derin olursa olsunlar, ideolojik bağlarla kendilerine bağlı olan seçmen kitleleri tarafından yine de tercih edilebiliyorlardı.

Berlin Duvarından sonra oyunun kuralları tümden değişti. İdeoloji devri sona erdi ve imaj devri başladı. İmaj devri, siyasette ve siyasetin pazarlamasında içeriği ikincil plana attı. Hatta içeriksizleştirdi.

Aynen Avrupa ülkelerinde olduğu gibi 90’lı yılların başından itibaren Türkiye de siyasi iletişim alanında dikkate değer bir Amerikanlaşmaya sahne oldu. İdeolojik tercihte bulunmaya alışmış olan seçmen kitlelerine ulaşmak ve onları bir siyasi lider lehine sandık başına gitme konusunda ikna etmek için kullanılmaya başlanan bu içi boş ama, görünüşte yeni ve renkli teknik, ülkemize Turgut Özal döneminde transfer edildi.

Ne var ki, Amerikan tarzı seçim kampanyalarının onca rengine ve gürültüsüne rağmen, pek çok ülkede seçmen sandıktan hızla uzaklaştı. Öyle ki, henüz bizde görülmese de, bazı Avrupa ülkelerindeki seçimlerde seçmenin yarıdan fazlasının sandık başına gitmediği ve bu yüzden seçimlerin iptal edildiği yada yenilendiği durumlara rastlandı.

Çağdaş demokrasiler için gün geçtikçe hayati ölçekte bir meşruiyet ve temsil sorununa doğru giden bu seçmen davranışının birkaç nedeni var:

a. Seçmenlerin bir kısmı seçimleri anlamsız buluyor. Bu seçmenler, adaylar ve partiler arasında bir fark göremiyor.

b. Bir kısım seçmen, kendi oyunu değersiz buluyor ve oyu ile hiçbir şeyi değiştiremeyeceğini düşünüyor.

c. Önemli bir kısmı ise siyasetçileri kendi çıkarlarını düşünen fırsat düşkünleri olarak görüyor ve kendi oylarıyla “bu fırsat düşkünlerinin” oyununa yardımcı olmak istemiyor.

Demokrasi içinde yaşamayı vazgeçilmez gören herkesin dikkate alması gereken bu tehlikeli gidişin çözümü, siyasetin daha profesyonel ellerce ve fikir odaklı pazarlamasında yatıyor.

Özü itibariyle siyaset bir fikir ve konumlama işidir. Siyasetin pazarlanmasında kullanılan yöntem ve teknik ne olursa olsun, bu odaktan uzaklaşılmamalıdır. Siyasi pazarlamanın gerçekte fikirlerin pazarlaması olduğunu bilen kişiler, bugünün cilalı imaj tekniklerini de kullanarak seçmeni motive ve mobilize edebilirler.

Cumhurbaşkanlığı seçim sürecinde yaşanan gelişmeler nedeniyle ülkenizdeki seçmen kitleleri arasında yaratılan kutuplaşmanın etkisiyle 22 Temmuz Seçimlerinde daha yüksek oranda bir katılım bekleniyor olsa da, bu durumun sürdürülebilir olmadığının dikkate alınması gerekir. İdeoloji ve fikir yoksa siyaset, geniş yığınları daha az ilgilendiren bir alan olmaya devam edecektir. Seçmen fikirsiz siyaseti şu yada bu liderin menfaat ilişkileri yönetimi gibi algılayacak ve her geçen gün sandığa ilgisini kaybedecektir.

2002 ve 2004 Seçimlerinde gördüğümüz gibi, seçmenin sandığı boykot ettiği veya sandığa daha az rağbet ettiği durumlarda, kendi seçmenini sandık başına taşıyabilen partiler, hakettiklerinden kat kat fazla sandalye ile iktidar elde edeceklerdir.

Seçmenin ilgisini diri tutulabilmenin yegane yolu, siyasi fikir taşıyan seçim kampanyalarıdır. Çünkü fikir taşıyan seçim kampanyası bir program, bir plan ve bir gelecek vaadir.Bu tür bir kampanya, seçmenin yaşamı ile doğrudan ilintili olan bugünkü sorunları da içerir, seçmenin yarın ki sorunlarını da. Hatta, neslinin devamı ve çocuklarının geleceği gibi konular nedeniyle seçmenin ölümünden sonraki konuları dahi kapsar.

Yani seçim kampanyası yaşam demek olduğu kadar ölüm demektir. Umut demek olduğu kadar, korku demektir. Biraz parça daha açarsak seçim kampanyası, seçmene sunulan parti programının yeni toplumu nasıl değiştireceğini anlatması demektir. Seçim kampanyası hem seçmenin bireysel geleceğinin ve hem de ülkenin topyekün geleceğinin nasıl şekillendirileceğinin tarif edilmesi demektir.

Seçim kampanyası, “Bir işim olmaya devam edecek mi? Hayatımı idame ettirebilecek kadar kazanmaya devam edebilecek miyim? Hastalıkta ve ihtiyarlıkta, iş yapamaz hale gelirsem sosyal güvenlik kurumları bana bakabilecek mi? Çocuğum iyi bir eğitim alabilecek mi? Kişisel güvenliğim, ülkemin güvenliği ne olacak? Varlıklarım, benden sonra çocuklarıma sorunsuz intikal edebilecek kadar güvende olacak mı? Ülkem bölünür ve sistem değişirse varlıklarım elimden alınır, çocuklarıma devri engellenir mi?” gibi seçmenin bazen yüksek sesle sorduğu, bazen hiç sormadığı sorularına cevap vermelidir.

Seçim kazanmış pek çok kampanya incelendiğinde, seçmeni maceraya davet etmenin her zaman işe yaradığı görülür. “Yeter söz milletindir!” kampanyasında olsun, “Toprak işleyenin, su kullananın!” kampanyasında olsun durum böyledir. Ve hatta “Adil Düzen” kampanyası böyledir. Tüm bu kampanyalar, içlerinde taşıdıkları değişim ve demokrasi fikirleri ile seçmeni etkilemiş ve sandığa taşımışlardır.

Seçim kampanyaları umut, zenginleşme, barış, huzur ve adalet fikirleri ile seçmeni harekete geçirir. Siyasete çeker ve siyasetin bir parçası haline getirir. Özetle, fikir taşıyan seçim kampanyaları demokraside meşruiyet ve temsilde adalet için en güçlü yöntemdir.

25 Mart 2007 Pazar

Yeni cumhurbaşkanı devlet geleneğini bilen biri olmalı

Bana göre ideal cumhurbaşkanı, mümkün olduğunca genç, dışarıya açık ama mutlaka devlet kökenli olmalı.

Devletten geliyor olmak bu ülkede bir dezavantaj gibi algılansa da, sistemin içinde yetişmiş ve çarkların nasıl işlediğini iyi bilen bir cumhurbaşkanının herkes için kolaylaştırıcı bir tarafı olur diye düşünüyorum.

Türkiye Cumhuriyeti devleti, her nekadar 1923’te kurulmuş olsa da, gelenekleri ve teamülleriyle çok daha köklü bir yapı. Bu yapıyı bilmeyen, onun mekanızmalarını algılayamamış bir cumhurbaşkanının işinin çok kolay olmayacağını düşünüyorum. Bu tür bir adayın yaşayacağı öğrenme zamanının maliyetinin yüksek olacağından korkarım.

Bu nedenle sanatçı, yazar, işadamı kökenli olabilecek adayların her ne kadar parlak bir fikir gibi gözükse de rasyonelinin olmadığını düşünüyorum.

Bence yeni cumhurbaşkanının siyasetin dışında da aranmaması gerek. Devlet tecrübesi tek başına önemli ama bu makam için herşey demek değil. Devletin içinde yetişmiş ve siyasetin de rahle-i tedrisinden geçmiş bir cumhurbaşkanı en doğrusu...

80 yılı aşkın tarihimize baktığımızda etkin olmayı başarabilmiş cumhurbaşkanlarının bu ikili özelliğe sahip olduğunu görebiliriz. Atatürk, İnönü, Özal ve Demirel böylesi örnekler.

Bugünkü dünyanın gereklerini gözönüne aldığımızda ise cumhurbaşkanı adayımız için ilave olarak yeni dünya düzenini, yeni matrixi algılamış olmak, hoşgörülü ve birleştirici olabilmek gibi özellikleri de sıralamalıyız.

Ülkedeki iklim de gözönüne alındığında bugün için asıl değerlendirmenin Recep Tayyip Erdoğan’ın adaylığı ile ilgili olduğunu düşünüyorum.

Benim şahsi kanaatim şu: AKP içinde Recep Tayyip Erdoğan’dan daha güçlü bir cumhurbaşkanı adayı yok. Bu makamı herhangi bir AKP’liden daha etkin hale getirir Erdoğan; ama doğal olarak daha da tartışmalı! Adı geçen diğer tüm adaylar, cumhurbaşkanlığı görevini daha iyi icra edebileceklerinden değil, bizzat Recep Tayyip Erdoğan’ın sistemle ve demokrasiyle kavgalı olduğuna inanılan bireysel geçmişinden ve “eş durumundan” dolayı dillendiriliyorlar.

Hangi sürecten; hangi çatışma yada anlaşmalardan geçerek seçileceğinden bağımsız olarak şunu rahatça söyleyebiliriz ki, mevcut başbakanın cumhurbaşkanlığı makamına seçilmesi projesi gerçekleşirse, o makam bir başka makam olacak. Cumhurbaşkanlığı, daha önemli bir “Power House” olacak. Daha az sembolik, daha çok icrai bir makam gibi yeniden konumlanacak.