Necati Özkan ve Seçim Zamanı

21 Mart 2009 Cumartesi

Obama'nın Liderlik Sırları


Ocak ortasında yayınladığımız Obama'nın Liderlik Sırları isimli kitabımız 3. Baskısını bitirdi. Amerikan Başkanlık seçimlerinin arka planını, Demokrat Parti içindeki mücadeleyi, Barack Hüsein Obama'nın hayatını, kariyerini ve seçim kampanyasının detaylarını anlatan kitabımız, iş kitapları alanında en çok satılan kitap oldu.

Obama'nın Liderlik Sırları

Ocak ortasında yayınladığımız Obama'nın Liderlik Sırları isimli kitabımız 3. Baskısını bitirdi. Amerikan Başkanlık seçimlerinin arka planını, Demokrat Parti içindeki mücadeleyi, Barack Hüsein Obama'nın hayatını, kariyerini ve seçim kampanyasının detaylarını anlatan kitabımız, iş kitapları alanında en çok satılan kitap oldu.

1 Mart 2009 Pazar

"Yes, We Can" videosu

Barack Obama, 2008 başında Demokrat Parti içindeki aday adaylığı yarışında New Hampshire önseçimlerinden sonra bir konuşma yaptı. Konuşmanın başlığı "Yes, we can" şeklindeydi, yani "Evet, yapabiliriz/ Evet, başarabiliriz". Bu konuşma çok sayıda Obama gönüllüsünün yaratıcılığını tetikledi.

Bunlardan biri de Black Eyed Peas grubunun lideri Will.I.am 'dı. Will.I.am, bu videoyu Bob Dylan'ın oğlu Jesse Dylon, eski FCB ajansın başkan yardımcısı Mike Jurkovac ile birlikte yarattı.

Scarlett Johansson, John Legend, Nicole Scherzinger, Aishia N. Taylor ve Tatyana Ali gibi pek çok ünlü herhangi bir bedel almaksızın bu videoda rol aldılar.

Yes, We Can videosu, dijital medya, müzik ve 21. yüzyıl siyasetinin bir karışımıydı.

Super Obama Girl

Barack Obama kampanyasının en çok izlenen viral videosu, Süper Obama Kızı. Omnicom Grup'tan Ben Relles liderliğindeki bir ekip tarafından hazırlandı. Amber Lee Ettinger adlı model Super Obama Kızı'nı oynadı.
Obama kampanyasının hit olan ilk videosuydu. 2007 sonbaharında yayınlandığı andan itibaren etkisini göstermeye başladı. Şimdiye kadar 50 milyondan fazla seyredildi, post edildi. Sonradan 30 kadar bu seriden film hazırlandı.

Obama Öncesi, Obama Sonrası

Obama siyasi pazarlamada ve siyasi iletişimde yaptıklarıyla, “Siyasi kampanya el kitabı” olarak adlandırılacak tüm kitapların yeniden yazılmasına neden olmuştur. Bize göre, siyasi iletişim bundan böyle Obama öncesi ve Obama sonrası diye tanımlanacak.

Belki bu cümleler, işi iletişim olan, işi pazarlama olan insanlara fazla iddialı, fazla alelacele ve heyecanla yazılmış olan cümleler gibi gelebilir. Bu yazıyı okuyan bir kısım okurlar, bu cümleleri Obama fanatizminin bir tezahürü gibi yorumlayabilirler.

Ama, Obama’nın kampanyasının ayrıntısını bilenler bu cümlelerin bir abartı olmadığını bilirler.

Amerikan Başkanlarından Franklin D. Roosevelt radyoyu kullanarak seçim kazanmış ilk başkan olarak tarihe geçmiştir. General Eisenhower TV sayesinde seçimleri kazanan ilk başkan olarak kabul edilir. Barack Obama ise, interneti kullanarak seçim kazanan başkan olarak tarihe geçecek.

Neden böyle düşünüyoruz?

Bize göre Obama’nın kazanması bir devrim. Dijital bir devrim. İnternette yaratılan ve internet sayesinde kazanan bir devrim. O yüzden bu devrim en başta interneti değiştirecek. Bu devrim Amerika’yı değiştirecek ve dünyayı değiştirecek. Düşünme şeklimizi değiştirecek. Ve pazarlamayı değiştirecek.

Obama kampanyasının ana mecrası internetdi.

http://www.barackobama.com/ sitesi Obama kampanyasına sosyal ağ özellikleri katmakla kalmadı. Aynı zamanda insan kaynağı yarattı, finansman yarattı, fikri kaynak yarattı. Bu site etkinliklere gönüllülerin etkin bir şekilde katılımını sağlamakla sınırlı kalmadı, seçmenlerin sandıklara akmasını ve bunun takibini de sağladı.

http://www.mybarackobama.com/ sitesinde ise Obama fanatikleri kendi bloglarını yarattılar, bu bloglar üzerinden tartışma platformlarına katıldılar ve önerileriyle kampanyaya yön verdiler. Dahası; kendi çevrelerini dahil ettikleri mini bağış toplama siteleri açabildiler, yaşadıkları yerleşim birimlerinde etkinlikler organize ettiler ve kampanyaya telefonla aranacak insanların listelerini oluşturdular.

Obama üniversiteden mezun olur olmaz başladığı toplum örgütleyiciliği işinde yıllarca gençlerle ve yoksullarla çalışmıştı. Biliyordu ki 18-25 yaş kuşağındaki gençler, genellikle televizyon seyretmiyor, gazete ve dergi okumuyorlardı. Bir öykünün dinleyicisi olmak yerine, öykünün bir parçası ve sahibi olmak istiyorlardı.

Öte yandan gençler, internet ve mobil iletişim cihazlarıyla yaşıyor, konuşuyor, fotoğraf ya da video çekiyor; ilgi duydukları olaylara ellerindeki teknolojinin kendilerine sunduğu imkanla derhal katılarak ya da tepki göstererek yön veriyorlardı. Eski kuşakların anlamadığı ve fark edemediği gençliğin bu halini Obama çok iyi tanıyordu.

Obama kampanyasının web sitelerinden haftada birkaç kez gönderilen e-mail mesajlarıyla, gençler kampanya gönüllüsü olmaya davet edildi. Kampanyada öne çıkan gönüllüler blog açmaları için teşvik edildi.

Kısa bir süre sonra, gençlerin nelere kadir olabileceği ortaya çıkmaya başladı. Örneğin, Joe Antony isimli bir Obama gönüllüsü, Myspace’de tam 160.000 kişiden oluşan bir arkadaş grubu yaratınca giderek dijital bir devrimin yapılacağı anlaşılmaya başlandı.

Başta üniversite ve üniversite kentleri olmak üzere nerede gençler varsa oraya gidildi. Online dünyada gençlerin yoğun olduğu Facebook, YouTube, Twitter gibi siteler kullanılarak kampanyalar yapıldı. Çeşitli ulusal sorunlar hakkında seçmen beklentilerini anlamak için online anketler düzenlendi.

Nerede bir ön seçim varsa, hangi semtte ya da hangi kentte kampanyaya destek lazımsa, gönüllüler oraya yönlendirildiler.

Eğer bilmediğiniz bir kente ya da semte gidip orada tanımadığınız insanlarla görüşmeniz ve onları Obama destekçisi yapmanız isteniyorsa ve siz de bunu kabul etmişseniz, size evinizden gideceğiniz adrese kadar bir ulaşım planı gönderiliyordu.

Size internet aracılığı ile gönderilen ulaşım planı, kullanacağınız ulaşım aracına göre (metro, otobüs ya da özel araç) değişiyordu. Aynı planda gideceğiniz yerdeki kampanya merkezinin adresi, o merkezden ne tür kampanya materyalinden kaçar adet alacağınız, bunları nasıl dağıtacağınız, gittiğinizde insanlarla nasıl konuşmanız gerektiği gibi bilgiler kişiselleştirilmiş olarak size ulaştırılıyordu.

Obama kampanyası genç kuşaklarla iletişim kurmak üzere tasarlanmıştı ama, bu gençlerin bir kısmı "daha da gençti.”

Ve bu “daha da genç kuşak”, e-mail bile kullanmıyordu. 15-22 yaş kuşağındaki bu yeni jenerasyon, e-maili ebeynlerinin iletişim yöntemi olarak görüyor, e-maili iletişimde eski ve ağır bir yol olarak görüyor ve bunun yerine sms mesajlarını tercih ediyordu. Obama’nın ekibi onları da dikkate almıştı. Obama kampanyasına 11 yaşındaki bir çocuk bile, cep telefonuyla çektiği videoyu yükleyebiliyordu, sms ile kampanyaya yorum atabiliyordu. Gençler mms ile 35 milyon video üretmişler veya birbirleriyle paylaşmışlardı.

Obama kampanyasının anahtar sırrı yeni seçmenler, yeni gönüllüler ve yeni bağışçılardı. İçiçe girmiş bu üç grubu yaratabildiği için kampanya başarıya ulaştı. İnternetin gücü sayesinde ABD gibi büyük bir ülkedeki bile ulusal kampanya tek merkezden yönetilebildi.

Obama kampanyası aynı zamanda bir “arama motoru” kampanyasıydı. Obama’nın adaylığı ile, Google’da en çok aranan kelimeler “Obama”, “Muslim” gibi kelimeler olmuştu.

Google aracılıyla “Obama” veya “Muslim” kelimeleri kullancılar tarafından arandığında, hemen sol sütunda “Obama bir Hristiyandır” linki çıkıyor ve kullanıcının yönlendirildiği linkte Obama’nın dini gelişim süreci anlatılıyor ve kafalardaki soru işaretleri gideriliyordu. Bu yöntemlerle Google sitesinden Obama kampanyasına 1 milyona yakın bağışçı kazandırılmıştı.

Auckland Üniversitesi Siyasi Pazarlama bölümü öğretim üyesi olan Dr. Jennifer Lees-Marchment, Obama Hareketi’nin asıl başarısının http://www.barackobama.com/ ve http://www.mybarackobama.com/ adlı sitelerden ve bu sitelerin özelliklerinden kaynaklandığını söylüyor ve ekliyordu :

“Obama kampanyası, yeni medyanın mobilize olabileceği fikrini kavradığı için bu denli etkin olabildi. Obama kampanyası, bu fikir ve bu yöntemle seçmeni işin içine katmayı ve onlarla interaktif bir iletişim kurmayı becerdiği için etkili. Böylece Obama kampanyası seçmenlere ne düşünmesi gerektiğini söylemek yerine, onları politika geliştirme sürecine dahil edebilmeyi başardığı için çığır açtı. E-marketing ve online etkinlikler, bu süreçte, bir yeni iletişim süreci olmaktan çıkıp, eski moda yüzyüze ve doğrudan iletişimin yerini almış oldu. Hem de eskisiyle kıyaslanamayacak kozmik bir hızda ve eskisiyle kıyaslanamayacak kadar nicelikte. Sisteme dahil olan yüzbinler, online ortamda hazırlanan manifestonun ortak yazarları olmuş oldular. Artık ortadaki siyasi ürün, Obama’nın sahsi ürünü değildi, yüzbinlerin ortak ürünüydü.”

Sonuçta Obama’nın web sitesine 10 milyonu aşkın seçmen gönüllü olarak kaydoldu. Ve bu gönüllü seçmenler kampanya sürecinde haftada 40 ile 60 saat arası aktif görev aldılar. Bunlar içerisinden 3 milyonu aşkın kişi, küçük küçük bağışlarla 850 milyon dolar büyüklükteki tarihin en büyük siyasi kampanya fonunu yarattılar. Kampanya boyunca gönüllülerin yaptığı telefon konuşması sayısı ise 118 milyon adete ulaşmıştı.

Özetle, başlangıçta imkansız görünen bir hedef, mobilize hale getirilmiş yeni medya sayesinde, yeni fikri kaynak yarattı, yeni finansman kaynağı yarattı, yeni insan kaynağı yarattı ve tüm bu kaynakları biraraya getirmeyi başaran Obama onlarca yıl hatırlanacak bir zaferin sahibi oldu. Bu zafere ulaşmada kullanılan tüm yöntem ve teknikler, bundan sonraki dönemde pazarlamayı da değiştirecek.

Pİ Dergisi, Mart 2009 sayısı

Sağ ve Sol Muhalefetin Durumu

90’lar boyunca liderlik, kirlenmişlik ve ekonomik krizler gibi çok çeşitli etkenlerle ülkemizdeki Merkez Sağ siyaset yok olup gitti. Siyaset boşluk tanımadığından bu boşluğu Milli Görüş geleneğinden gelen partilerin devamı niteliğindeki Adalet ve Kalkınma Partisi doldurdu.

Merkez Sol ise hem küçüldü, hem de tekleşti. 1990’larda SHP, DSP, CHP gibi üç parti birden varken, bugün hepsi -kurumsal olmasa bile- fiilen tek partiye dönüştü.

Neden böyle oldu?

CHP daha iyi bir siyaset sistematiği ve daha iyi bir Türkiye vaadi geliştirebildiğinden değil tabii. Değerler siyasetinin yarattığı gerilim iklimi bunu gerekli kıldığından. Çünkü gerilim iklimi iki büyük partinin işine yarıyor. Hem iktidar hem de anamuhalefet bu gerilimden kazanıyor.

Türkiye’de siyasete girebilmek; yerel veya ulusal siyasete aday olmak kişinin kendi iradesine bağlı olmayabiliyor. Ne kadar çok isterseniz isteyin parti yönetimi sizi aday göstermeyebilir veya aklınızda bile yokken sizi biryerleden bulabilirler ve seçime beş kala aday olabilirsiniz.

Ahmet Vefik Alp'i düşünün mesela! Seçime 40 gün kala DSP İstanbul Büyükşehir adayı oldu sürpriz bir şekilde. Böylesi bir durumda yapılabileceğiniz bir şey yok. Kazanma şanşınız sıfır!

Siyasetin dinamiği bunu gerektiriyor diyorlar. Nasıl olabilir ki? 29 Mart'ta yapılacak olan yerel seçimlerin tarihi herkes tarafından 4 yıl önceden biliniyordu. Neden zamanında aday göstermez bu partiler? Bunun neresi siyasetin dinamiği? Bu dinamiğe demokrasi demek, hele hele parti içi demokrasi demek ne mümkün!

Eğer muhalefet partileri, parti içi demokrasiyi çalıştıramazlarsa, seçimlerden aylarca önce örgütleri ve seçmeni süreçlerine dahil edemezlerse iktidar yüzü göremeyecekler. Çünkü, iktidar partisi bu konuda onlarla kıyaslanamayacak kadar önde. Örgütü hep zinde. Seçimlere herzaman hazır. Ve seçmenle 365 gün ilişkide.

29 Mart için adaylara öneriler.
Negatif kampanya yapmasınlar. Toplumu germesinler. Ülke zaten son bir kaç yılda bir arada yaşama konusunda toleranssız bir iklime mahkum edildi, buna devam etmesinler ve pozitif kampanya yapsınlar. Rakiplerini eleştirmek yerine kendilerinin ne yapabileceklerini anlatsınlar ki seçmeni ikna edebilsinler.

29 Mart için seçmenlere öneriler:
Kendilerine yakın ama beceriksiz adaya oy vermektense, kendi kentlerini iyileştirebilecek adayı tercih etsinler. Değerler siyasetinin vaazettiği doğrultuda oy kullanarak hayatı iyileşmiş bir toplum yok; kalkınmış bir ülke yok. Ekonomik tercih yapsınlar.

Türkiye’nin Siyasi Portresi

Türkiye’de 1990’lardan itibaren şiddetlenen bir değerler siyaseti çatışması söz konusudur.

Ağırlıklı olarak Türkiye’deki siyaset buna dönüşmüştür. Bunun en önemli sebebi, Merkez Sol’un Berlin Duvarı’nın çöküşüyle gözden düşmesi, Merkez Sağ’ın ise kirlenmesi ve 90’ların sonunda yok olmasıdır.

Merkez Sağ’dan boşalan alanı dolduran Muhafazakar Sağ, Türkiye’nin geleceği ile ilgili yeni sözler söyledi ve toplumu ikna etti. Milli Görüş geleneğinden gelen partiler, son birkaç on yıllık zaman diliminde, kendi bakış açılarından toplumun yeterince muhafazakar olmadığından hareketle, topluma daha muhafazakar bir gelecek tanımladılar ve toplumun tırnak içinde kendi özüne, kendi değerlerine dönük hale getirilmesini hedeflediler. Seçmene bununla ilgili vaadlerde bulunarak yol aldılar.

Rakipleri bu fikirle rekabet edecek bir düşünce sistematiği geliştirmeyi başaramadığı için de büyüdüler.

1980’lerin ortasından 90’lara ve 2000’lere kadar yaşanan süreçte giderek gelişen ve aslında bir çevre siyaseti iken bir ana siyaset haline dönüşen bu akım, topluma şunu söyledi: “Toplumun mevcut hali kendi özüyle hemhal değildir, bunun değiştirilmesi ve özüne dönmesi lazımdır

Ülkemizdeki “Yeni Muhafazakar” siyaset, topyekün olarak bu sistematik üzerine kurguladı.

Bu hedefe yönelik olarak Merkez Sağ siyaset ve Merkez Sol siyasetin itirazları oldu ama, yukarda belirtildiği gibi biri eridi, diğeri de kendini statüko siyasetine hapsetti. Son yıllarda yaşadığımız bu toplumsal gerilim ve ayrışma, bu toplumsal kopuşun arka planında bu mücadele var.

Dolayısıyla toplumun bir bölümü adına yola çıkmış bulunan “Yeni Muhafazakar” siyaset yani mevcut iktidar, toplumu daha muhafazakar bir yapıya taşımak isterken, merkezin solu ve artık kırıntısı kalmış olan merkezin sağı buna doğal olarak direniş gösteriyor. Son birkaç yıldır yaşadığımız gerginliklerin özeti budur.

Türkiye’deki siyaset batıdaki siyasetle kıyaslandığında, konjonktürel olarak bir değerler siyaseti görünümündedir ve anlaşılan o ki bir müddet daha böyle akacaktır. Ne yazık ki bu akış, gündelik hayatımızı iyileştirecek bir akış değildir.

Ne yazık ki, siyasetin kendini ve toplumu hapsettiği bu ayrışma ve bu kopuş, bireysel ve toplumsal huzurumuza ve refahımıza mal oluyor. Türkiye’de siyasetin ve siyasi oyuncuların olgunlaşmaya ve uzlaşmaya ihtiyacı var; kurucu değerler üzerinden kapışmaya değil.

Seçmen Amerika'da Nasılsa Türkiye'de de Öyle Davranıyor!


Amerika’daki seçimlerin seyri nasıldı? Dünyanın ve hatta Türkiye’nin bu kampanyalardan etkileneceğini söylüyorsunuz. Türkiye nasıl etkilenecek?
Siyasetin iletişimi bundan böyle “Obama öncesi” ve “Obama sonrası” olarak tanımlanacak. Amerikan başkanlık seçimleri son 50-60 yıldır benzer strateji ve tekniklerle yürütülüyordu. İlk defa Obama farklı bir kampanya yaptı. Belki de Obama’nın getirdiği en önemli yenilik, finansman ve örgütlenme cephesinde oldu. Obama öncesinde finansman sağlayıcısı büyük şirketler ve zengin çevreler olurdu. İngilizce fat-cat” denilen (şişman kedi) finansörler aracılığıyla kampanya yapılırdı. Obama kampanyası ilk defa büyük sermayeye muhtaç kalmaksızın başarılmış bir kampanyadır. Yaklaşık 3,5 milyon insanın bireysel katkısıyla, dünya tarihindeki en büyük bağış olarak 850 milyon doların üzerinde bir finansman yaratıldı. Obama ilk defa sandık başına gitmeyen gençleri ve umutsuzları ikna etti, örgütledi ve sandığa taşıdı. İnternetin imkanlarını o kadar iyi kullandı ki, 10 milyonu aşkın genç Obama siyasetinin gönüllü ordusu oldu. Gençler internet aracılığı ile siyasete ilgili hale getirildi.

Daha önce nasıl yapılıyordu?
Roosevelt, ilk kez radyoyu kullanarak başkan seçilmiştir. Eisenhower ise ilk kez televizyon sayesinde başkan seçilmiş lider olarak tarihe geçmiştir. Bu liderlerden sonra Obama, ilk kez internet aracılığıyla başkan seçilmiş oldu. Obama öncesi bütün kampanyaları analog kampanya olarak tanımlayabiliriz. Obama kampanyası ise ilk dijital kampanyadır. Seçmenle direkt, gündelik, etkileşimli ve devamlı teması internet aracılığıyla sağlayan çığır açan bir kampanyaydı bu.

Diğer adaylar interneti kullanmadı mı?
Kullandılar elbette ama, Obama’nınki farklıydı. İlk ön seçimde, Iowa’da, bütün medya, siyasi analistler, yorumcular, danışmanlar oy birliğiyle ön seçimleri Hillary Clinton’un alacağını hem de açık ara alacağını düşünüyorlardı. 4 Ocak 2008’de sert kış koşulları nedeniyle olsa olsa 80–90 bin seçmenin sandık başına gidebileceği ve ağırlıklı olarak Hillary Clinton’a oy vereceği tahmin ediliyordu. Obama o gün sandık başına 270 bin seçmen yığdı. Ağırlıklı genç seçmenler..Gençler sandık başına gittiler, hatta, çevrelerini de yönlendirdiler. Dünya tarihinde ilk kez seçmenin ikna edilmesi, motivasyonu, mobilize edilmesi ve kampanya sürecinde yaşlı kuşak siyasetçilerin anlamadığı bir şey olmuştu. İnterneti ancak haberler veya hava durumuna bakmak için kullanan bir kuşağın temsilcileri olarak o yaşlı siyasetçiler bu patlamayı hissedememişlerdi.

Sözü Türkiye’ye getirirsek…
Türkiye’deki bugünkü siyasetçilerin önemli bölümü Obama’nın rakipleri gibiler. İnternetin ne olduğunu, nasıl kullanılacağını henüz bilmiyorlar. Bu açıdan da en azından bu seçimde diyelim, internetin imkanlarını Obama kadar kapsamlı şekilde kullanabilme kapasiteleri yok. Nadir örnekler çıkabilir ama bunlar da büyük oyuncular olmayacaklar.

Ülkemizde gençlere yönelik böyle bir çalışma var mı peki?
Son zamanlarda seçim karargahlarında çeşitli toplantılara katılıyorum. Seçime çok az kaldı ama şaşırarak şunu görüyorum. İnternet üzerinden neler yapabiliriz diye daha yeni konuşuyorlar. Geçmiş olsun! Artık bundan sonra bir şey yapabilme şansı yok. Obama daha yola çıkarken hangi mecrayı kullanarak hangi hedef kitleye ulaşması gerektiğine karar vermişti.

Bizde bu kadar profesyonel yaklaşımlar olmuyor sanırım.
Çabalar var ama siyasetçi anlamıyor. “Her iyi kampanyanın arkasında iyi bir reklamveren vardır” deriz biz. Eğer reklamveren sizin ne dediğinizi anlama düzeyinde değilse, ne dediğinizi anlamıyorsa istediğiniz kadar anlatın, masal dinler gibi dinler ama ikna olmaz, uygulamaz.

Geleneksel kampanyalar da aynı işi görmüyor mu?
İnterneti kullanmak ile kitlesel mecraları kullanmak arasındaki fark şu: Kitlesel mecralardaki kampanyalar, -göreceli olarak- hedef kitlesini net olarak bilemeyen insanların kullandığı mecralardır. Bu nedenle “olsa olsa hesabı yaparak” kitlesel mecra kullanırsınız ve elinizdeki kurşunları rastgele sıkarsınız. Burada nişan almadan ateş etme hali, hedefi yaylım ateşine tutma hali sözkonusudur. Çünkü, spesifik olarak kime seslendiğinizi bilmediğiniz bir durumunuz vardır. Gazetede, televizyonda, sokakta, hedef kitle herkestir. Siyasetin hedef kitlesi genelde herkestir ama, seçim herkese seslenerek kazanılmaz. Seçim kazanmanızı sağlayabilecek kesim kararsızlardır, sandık başına gitmeyenlerdir. Eğer siz bu kesime ulaşabilecek bir dataya sahipseniz, o zaman kitlesel mecralara gitmenize, devasa harcamalar yapmanıza gerek yoktur. Gri alandaki seçmenlerle doğrudan iletişime geçmeniz size yetebilir. İşte internet buna imkan veren, doğrudan nokta atışı yapabileceğiniz bir mecradır.

Seçmen interneti bilmiyorsa yine kullanamazsınız…
Evet, kullanamazsınız. Aslında Amerika’dakine çok benzer bir durum bizde de söz konusu. Türkiye’de de gençler sandık başına gitmiyor, siyaseti kirlenmiş olarak kabul ediyor ve “yaşlı işi” olarak gördükleri siyasetten ve siyasetçilerden uzak duruyorlar. Dolayısıyla o gençleri kazanmak adına, onlarla aynı dili, aynı ortamları kullanan kafa yapısına sahip siyasetçilere ihtiyaç var. Bu seçimde belki bazı denemeler olacak ama, bu saatten sonra başarılı olabilme şansları yok diye düşünüyorum.

Kazanan tesadüfen mi kazanacak?
Bazen kazanmanız için rakiplerinizin sizden daha iyi kampanya yapamaması da yeterli olabilir. Şu anda ülkemizdeki siyaset pazarının lideri olan iktidar partisinin, habire seçim kazanıyor olmasının önemli bir nedeni, varolanların en iyi olması değil; rakiplerinin yeterince etkin kampanya yapamamasıdır.

ABD’de çok büyük PR çalışmaları yapılıyor. Türkiye’de bu yönde bir yöneliş var mı?
Bazı siyasetçiler bir şekilde tesadüfen bu işleri yapıyorlar. Geçenlerde bir adayla görüştük. Yanında PR danışmanı da vardı. Şunu anladım ki, yola yeni çıkmışlar ve birbirlerini henüz tanımıyorlar bile. Kime seslenelim, hangi mesajı kullanalım, sloganımız ne olsun’u seçime 6 hafta kala tartışıyorlar. Obama “umut” ve “değişim” sloganlarını bu kampanya için bulmuş değil. Obama’nın hayatının son 25 yılı bu iki kelimenin etrafında geçmiş. Obama ne demesi gerektiğini ve ne yapması gerektiğini bilen bir lider.

Siz siyasal iletişimcisiniz, yıllardır siyasi danışmanlık yapıyorsunuz. Aynı zamanda reklamcısınız. Siyasetçilerin reklamı nasıl değerlendirmesi gerektiğini düşünüyorsunuz?
Pazarlamada başarının ön şartı, iyi kurulabilmiş bir reklamveren - ajans birlikteliğidir. Ticari markalar için geçerli olan bu genel kural siyaset için de geçerlidir. Örneğin 80’li yıllarda başarılı olmuş ANAP ve SHP’nin başarmalarının bir nedeni budur. Her iki parti de uzun yıllar aynı ekiplerle çalışmıştır. Şu anki iktidar partisinin başarısının bir nedeni de, çok uzun yıllar aynı iletişim ekibiyle çalışmasıdır. İki taraf birbirini tanıyor, anlıyor, güveniyor ve ona göre bir kampanya çıkıyor. Seçime 5–6 hafta kala bir ajansla temasa geçerseniz, eşyanın tabiatı gereği sizin için doğru iletişim stratejileri ve kampanyaları yapılamaz.

Türkiye’deki seçmen portresini nasıl çizersiniz? Halk ne bekliyor siyasetçiden?
Seçmen, gündelik hayatını iyileştirebilecek alternatifler arasından birisine karar vermeye çalışıyor. Seçmenin ana derdi, hayatının iyileştirilmesidir. Halk, siyasetin bunu nasıl yapacağıyla fazla ilgilenmez. Yani siyasetçi parayı nereden yaratır, nasıl bulur ve topluma hangi yolla dağıtır bununla ilgilenmez. Kimin yapabileceğine bakar. 80’ler, 90’lar çok sıkıntılı bir süreçti Türkiye için. 80’de bir askeri darbe oldu ve arkasından yeni bir ekonomik model denendi. 90’larda Türkiye ayrılıkçı terör meselesiyle haşır neşir oldu ve bunaldı. 2000’lerin başında ise ülke tarihindeki en büyük ekonomik krizle başbaşa kaldı. Bütün bu çalkantıların yaşandığı süreçte seçmenlerin beklentisi hep aynı oldu: Gündelik hayatının iyileştirilmesi. Öte yandan seçmen çatışma ikliminde tercih yaparken, değerler siyaseti denkleminde kendisine yakın duran alternatiflere de yöneldi, ama az ama çok! Genel olarak Türkiye’deki seçmenin diğer demokrasilerdeki seçmenden farklı olduğunu söylemek mümkün değildir. Yeryüzünde yaşayan herkes gibi Türkiye’de yaşayan her seçmen de siyasetten sorunlarına çözüm bulmasını istiyor. Hem gündelik, hem güvenlik hem de değerler sorununa.

Türkiye’deki siyaseti şekillendiren ana unsur nedir sizce?
Bizde siyasetin bugünlerde ön planda tuttuğu konu değerler siyasetidir. Ama seçmenin oy kullanma saiklerinin detaylarına vakıf olduğunuzda, değerler siyasetinin o kadar etkin ve ön planda olmadığını bilirsiniz. Örneğin 2002 ve 2007 seçimlerindeki seçmen yönelişlerine baktığınızda, etkin motivasyonun değerler siyaseti değil, ekonomi olduğunu görürsünüz. Siyasetin ana oyuncuları seçmeni etkilemek için daha çok değerlerle ilgili mesaj geliştirmek için vakit harcarken, seçmen daha çok ekonomik saiklerle oy vermiştir. Başka bir ifadeyle, ülkemizdeki mevcut iktidar partisinin iktidarda iken oylarını artırmasının asıl nedeni, değerler siyasetinden beslenmesi değil, ülkedeki ekonomiyi iyileştirmesidir. Şu ya da bu şekilde iktidar, bir yerlerden para buldu ve iktidarda olduğu süre içinde insanların ekonomik anlamda rahat etmesini sağladı. Ve bu rahatlatma da iktidarın oylarını artırdı. Seçmen Amerika’da, Almanya’da, İsrail’de nasıl davranıyorsa Türkiye’de de öyle davranıyor..

2008 için neler söyleyeceksiniz?
Seçmen açısından aynı durum söz konusu olacak. Örneğin şu çok rahat gözüküyor. Yeni ve güçlü bir siyasi akım, yeni ve umut dolu bir siyasi lider ortalıkta gözükmediği için iktidar partisi yine şanslı ve yine büyük parti olacak. Her ne kadar dünyadaki finansal krizin etkileri Türkiye’yi de vurmaya başlamış olsa da henüz kitlesel olarak can yakıcı seviyede değil. Öte yandan diğer siyasi alternatifler yeterince ikna edici kampanyalar yapamıyorlar. Tüm bunlardan dolayı iktidar partisinin kaybı dünyadaki iktidar partilerinden daha az olacak gibi görünüyor. Hükümet Mart sonuna kadar krizin etkisini bu seviyede tutmayı başarabilirse ben başka bir senaryo göremiyorum.

Seçmenin tercihi ekonomik gidişe göre değişir mi?
Türkiye’de ekonomik kriz derinleşirse iktidar partisinin durumu da değişebilir. Çünkü seçmen krizin neden geldiğine bakmaz. Krizin arka planını çok düşünmez, iktidarı cezalandırır. 2002’de bunu gördük zaten.

TRT Vizyon Dergisi için Aynur Çelikcan ile yapılan söyleşiden, 13 Şubat 2009

CHP’de Kılıçdaroğlu Tarzı Siyaset


Kılıçdaroğlu'nun siyaset dünyasında bir boşluğu doldurduğu yönündeki görüşlere katılır mısınız? Eğer öyleyse, siyasete özellikle de CHP siyasetine katkısı ne yönde oluyor? Örneğin Kılıçdaroğlu tipi politikacılar CHP'yi -uzun süredir bir araya gelemediği- geniş kitlelerle buluşturabilir mi?
Kemal Kılıçdaroglu; CHP’nin 1990 sonrası sergilediği siyaset anlayışında bulunmayan bir şey yapıyor: Bağırıp çağırmadan, slogan atmadan, kutsallar ve değerler siyaseti yapmadan, bilgi ve belgeye dayalı bir siyaset yapıyor. Belki de, siyaseti bilgi ve belgeye dayandığı için de kızmıyor, heyecanlanmıyor, terlemiyor, sesini yükseltmiyor. Kemal Kılıçdaroglu’nun siyaset tarzı, sadece CHP için degil, Türkiye siyaseti için de yeni bir tarz.

Kılıçdaroğlu’nun bir boşluk doldurduğu kesin. Hepimiz biliyoruz ki, siyaset kurumu en azından iki şey için vardır ve anlamlıdır:

a. Fertler arasında adalet dağıtmak,
b. Ülkeyi ve yurttaşı zenginleştirmek.

İşte, Kemal Kılıçtaroğlu’nun yaptığı siyaset - her ne kadar olumsuzdan hareket etse de; yani her ne kadar AKP karşıtı muhalefetten yola çıksa da- siyaset kurumunun birincil hizmet alanı olan “adalet dağıtma” alanına çalışıyor. Kendi partisinin Çankaya Belediye Başkanı olan Muzaffer Yılmaz aleyhinde CHP’nin suç duyurunda bulunmasının ardındaki mimarın da Kemal Kılıçtaroğlu olduğunu gözönüne aldığımızda, yaptığı siyaseti daha şimdiden “Köroğlu” siyaseti olarak tanımlamak mümkündür. Haksızlıklara karşı mücadele eden, yolsuzlugun üzerine ayrım yapmadan ve yılmadan giden, hak ve adalet yolunda gözünü budaktan esirgemeyen bir “Zamane Köroğlu”.

Kılıçtaroğlu’nun yaydığı bu mücadele ve yeni siyaset tarzı, bence CHP’nin şu andaki en değerli varlığı. Toplumda, CHP’ye bakışın olumsuzdan nötre dönmesine yol açıyor. Bu nedenle de son aylarda, kirlenmiş siyasetçilere karşı zafer kazandıkça; onların ipliğini pazara çıkarıp birbir koltuklarından ve ellerinde tuttukları güçten uzaklaştırdıkça Kılıçtaroğlu ve partisi güçleniyor.

Tüm bunlara rağmen, Kılıçtaroğlu’nun tarzının ve bireysel katkısının CHP’ye bir iktidar kapısı açabileceğini düşünmek te mümkün değildir. Eninde sonunda seçmen, kendi hayatını iyileştirecek olan “umut projelerine” oy verir. CHP’nin ve CHP liderliğinin bugün toplumun büyük çoğunluğu için bir umut projesi olduğunu söylemek pek kolay değil. Bu yüzden de, CHP’nin salt “Kılıçtaroğlu Etkisi” ile emekçiler, gençler, kadınlar, köylüler, Aleviler, Kürtler ve aydınlarla buluşabileceğini iddia etmek mümkün değildir.

Daha çok yolsuzluk araştırmalarıyla gündeme gelen Kılıçdaroğlu'nun mevcut siyasi yapı içinde yükselme olanağı var mıdır?
Elbette ki vardır ve bu yükseliş ortadadır. Geçen hafta sonu Ankara’da yapılan CHP Program ve Tüzük Kurultayı’nda en tepedeki ağızlardan da bu durum tescil edilmiş oldu zaten. Sorun, bu yükselişin nereye kadar devam edeceğindedir. Kılıçtaroğlu, kendi partisi içinde “adalet dağıtan adam” “yolsuzluklarla mücadele eden adam” kimliğinde kaldığı sürece bir problem olmayacaktır. Ama, eğer bir gün bu kimliğine ve rolüne “umut dağıtan adam” rolünü de eklemeye kalkarsa, işte o zaman fincancı katırlarını ürkütecektir.

Kılıçdaroğlu Türkiye siyaseti içinde neyi temsil ediyor?
Kılıçdaroglu, “Zamane Köroğlu” benzetmesinde de söylemeye çalıştığım gibi, kamusal vicdanı temsil ediyor. Siyaset kurumunun hizmet ve adalet götürmek yerine, “malı götürmekle” meşgul olduğunu düşünen sıradan insanların vicdanı O. Kendi hakkını arayamayan; arasa bile alamayan, kimsesiz yığınların kimsesi. Evinin kapısının önüne kadar gelen adaletsizlikleri farkeden, bireysel olarak bu adaletsizliklere çare bulamadığı için zamanından önce umutsuzluğa düşen, zamanından önce yaşlanan milyonların vicdanında sevinç kıvılcımı çakıyor Kılıçtaroğlu.

Newsweek Dergisi Politika Editörü Yenal Bilgici’yle yapılan söylesiden 27 Aralık 2008