Necati Özkan ve Seçim Zamanı

12 Ocak 2016 Salı

Akkuyu’yu Neden İptal Etmeliyiz?

Bundan henüz 10 ay kadar önce, Mart 2015’te Türkiye büyük bir lansman kampanyasına şahit olmuştu. “Güçlü Türkiye’nin Yeni Enerjisi: Akkuyu Nükleer” adını taşıyan bir reklam filmi hepimize büyük müjde veriyordu: “Türkiye, tarihinin en büyük yatırımını gerçekleştiriyor, enerjide dışa bağımlı olmaktan kurtuluyor”

Buyrun önce o filmi birlikte izleyelim: 


Filmde anlatılanlar doğru muydu? Gerçekten tarihinin en büyük yatırımını Türkiye kendisi mi gerçekleştiriyordu? Daha da önemlisi, gerçekten enerjide dışa bağımlılıktan kurtuluyor muyduk?

Rusya ile yaşamakta olduğumuz kriz, bu filmin temel argümanlarının yeniden tartışılmasını zorunlu kılıyor…

“Son 30 yılda bu ülkeyi yöneten iktidarlar, en hatalı kararları hangi alanlarda verdiler?” diye sorulsa, herhalde cevapların en başında enerji alanı ile ilgili kararları gelir. Çünkü, Türkiye günümüzde enerjide % 75’in üzerinde dışarıya bağımlı. Oysa 30 yıl önce bu oran sadece % 25’ler seviyesindeydi.

Dışa bağımlılığın yarattığı en iki temel sorun, ödemeler dengesinin açık vermesi ve ülkenin stratejik güvenliği. Yani enerji için yurtdışına petrolün varil fiyatına bağlı olarak yılda 55 - 60 Milyar Dolarlık devasa bir faturayı ödemekle kalmıyoruz; bu coğrafyada yüz yıllardır ana rakibimiz olan Rusya ve İran gibi iki ülkeye de güvenliğimizi emanet ediyoruz…

Akkuyu’da kurulması planlanan nükleer santral bu anlamdaki en trajik örnektir.. Neden böyle düşünüyoruz?

Çünkü zaten doğal gazda % 60’a yaklaşan oranda Rusya’ya bağımlı hale gelmişiz… "Türk Akımı” gibi yeni projelerle Rusya’ya olan bağımlılığımızı daha da artırma yolunda kararlar almışız… Petrolde bile Rusya’nın ekonomimizdeki payı % 16’lara ulaşmış…

Bütün bunlar ülkemizin ekonomik ve stratejik güvenliği için yeterince riskli değilmiş gibi; yatırım, işletme ve tedarik kaynağı dahil Akkuyu projesini toptan Rusya’nın yetki ve insiyatifine teslim eden bir anlaşmayı imzalayıp, TBMM’den geçirmişiz…

Akkuyu Nükleer Santral Projesi anlaşmasının iptali için en temel 10 maddelik gerekçe  şunlar:

1.   Akkuyu’nun tüm yatırım bütçesi “kağıt üzerinde” Rusya tarafından sağlanıyor. Yani Akkuyu’yu kurup işletecek, tedarik ve atık süreçlerini yönetecek şirketin hisselerinin %100’ü Rusya’ya ait.

2.   İnşaatın 10 yılda tamamlanması ve 22 Milyar Dolara mal olması öngörülüyor. Dolayısıyla Rusya tarafı, Akkuyu’da “kağıt üzerinde” 10 yılda 22 Milyar Dolarlık yatırım yapacak.

 (“E, süper iyiymiş… Cebimizden tek kuruş çıkmadan 22 Milyar Dolarlık bir tesise kavuşuyoruz. Hem de nükleer enerji know how’ı ediniyoruz” diye düşünebilirsiniz. Ama durum pek te öyle değil… Türkiye’nin Rusya’ya doğal gaz ve petrol faturası olarak her yıl 20 Milyar Dolar civarında ödeme yapmakta olduğunu ve bu rakamın her yıl artmakta olduğunu düşünürseniz, Rusya’nın bizden kazandığı paranın maksimum onda birini bu projeye yatırdığını ve projenin tüm yatırım finansmanının “gerçekte” bizden çıktığını anlarsınız. )

3.   Öte yandan konunun uzmanları 22 Milyar Dolarlık yatırım bedelinin “fazlasıyla abartılı” olduğuna ilişkin dikkate değer bir tartışmayı da yürütüyorlar. (Bir diğer önemli bilgi: 22 milyar dolarlık yatırım tutarı doğru olsa bile, doğalgaz ithalatına ödediği bedelle Türkiye her 3 yılda bir Akkuyu Projesi'ni rahatlıkla finanse edebiliyor.)

4.   Peki Rusya bu yatırım karşılığında ne kadar gelir elde edecek? TBMM’den geçen uluslararası anlaşmaya göre, Akkuyu’da elektrik üretilmeye başladıktan sonraki 15 yılda Rusya tarafına, minimum 77 Milyar Dolarlık bir satın alma garantisi veriyoruz.. Santralin ömrünün 60 yıl olduğunu, fazla üretim yapılması halinde onu da satın almak zorunda olduğumuzu hesapladığımızda, Akkuyu projesine milletçe toplam 300 Milyar Dolar civarında bir fatura ödeyeceğimizi hesaplayabilirsiniz.

5.   Yani Rusya, bizim topraklarımızı bedelsiz olarak kullanıp, bizim ödediğimiz doğalgaz bedelinin küçük bir kısmıyla, 22 Milyar Dolar yatıracak ve karşılığında 300 Milyar Dolar elde edecek.

6.   Bir diğer konu, yakıt tedariki ve atık yönetimi meselesi… Akkuyu’da yakıtı sadece Rusya’dan almak zorundayız, çünkü sadece Rusya’dan alınacak yakıtla çalışan bir teknoloji ile inşa ediliyor. İşlenip yeniden ekonomik degere dönüştürülebilen atık konusunda da insiyatif Rusya tarafında. Şirket atıkları Rusya’ya geri görürüp, dilediği şekilde değerlendirebilecek.

7.   Herhangi bir nedenle proje başarısız olursa da, projenin halefine Rusya tarafı karar veriyor. Yani, nedeni ne olursa olsun bu projenin devamını istersek kimle devam edeceğimize biz değil Rusya karar veriyor.

8.   Akkuyu ile ilgili TBMM’den geçen çerçeve anlaşma sadece 9 sayfa. Bu çapta bir işin gerektirdiği her tür detaydan yoksun. Proje ile ilgili pek çok nokta muğlak yada yoruma açık.

9.   2023 ve sonrasının enerji ihtiyacı ile ilgili olarak enerji çeşitlemesi gerekçesiyle nükleere karar vermişiz, ama onu da “yap- islet- sahibi ol” anlayışıyla boğazımıza kadar bağımlı olduğumuz Rusya’nın tekeline bırakmışız. Yani ortada ne milli bir yatırım var, ne de bağımlılıktan kurtulma durumumuz…

10. Akkuyu projesi anlaşmasındaki tek olumlu şey, anlaşmanın feshi halinde Türk tarafının her hangi bir tazminat ödeme zorunluluğunun bulunmamasıdır. (Anlaşmanın tam metni için lütfen tıklayınız: http://www.resmigazete.gov.tr/eskiler/2010/10/20101006-6.htm )

Oysa Akkuyu ile nerdeyse tıpatıp aynı olan ve Japon- Fransız konsorsiyumu tarafından inşa edilecek olan Sinop Nükleer Santrali ile ilgili anlaşma Japoncası dahil 157 sayfa. Bu anlaşmada her bir detaya yer verilmiş. Ayrıca Sinop Nükleer Santrali’ni Japon- Fransız ve Türk ortaklığı biçiminde kurulacak olan işletme şirketi yönetecek. ( Akkuyu anlaşmasıyla ilgili daha fazla ayrıntı ve Sinop projesiyle ilgili kıyaslama için lütfen Ondokuz Mayıs Üniversitesi’nden Dr. Azime Telli’nin şu yazısına tıklayınız: http://www.eppen.org/resim/haber_resim/EPPEN17.Azime-Telli.pdf )

Suriye sınırında düşürülen Rus savaş uçağının yarattığı gerilim bize kesin olarak gösterdi ki, Akkuyu’yu Rusya’ya ikram eden anlaşma ile ilgili karar, sadece enerji çeşitliliği ve enerji güvenliği gibi kamusal fayda hedefleri açısından değil, ülkemizin stratejik güvenliği açısından da külliyen hatalıdır. Uçağın düşürülmesinden sonra Rusya tarafının ikili ilişkilerde yarattığı gerilim “force majeure” olarak gösterilip proje derhal iptal edilmelidir. İptal etmenin maliyeti bu gün için ne olursa olsun!

Türkiye’nin enerji güvenliği açısından yapacağı en hayırlı iş, kendi kaynaklarına dönmektir. Bir kaç yıl süreyle enerji ithalatına ödenen bedelin %10’u gibi bir finansmanı, kendi topraklarında ve denizlerinde ciddi, süreli ve kapsamlı petrol ve gaz aramalarına, yeni tür enerji kaynaklarını geliştirmeye ve eski kaynakları rehabilitasyona ayırmalı ve bağımlılık oranını mutlaka düşürmelidir.

Geçmişte PetroGas dergisi başta olmak üzere enerji sektörüne yönelik çeşitli yayınları yönetmiş ve 1993 yılında Nükleer Karşıtı Platform için ilk farkındalık kampanyasını yapmış bir iletişimci olarak… Nükleer enerjinin en doğru seçenek olup olmadığı, çevreye verebileceği potansiyel ve kalıcı zararların yönetilip yönetilemeyeceği gibi konulara bu yazının odağından sapmamak için özellikle girmiyorum.

Ama yine de bizi uyarmak için Türkçe öğrenmeyi ahlaki bir zorunluluk sayan bir Japon’un çektiği şu videoyu da hatırlatmadan edemiyorum:


Not:  Görüş ve uzmanlık bilgilerine başvurduğum Ondokuz Mayıs Üniversitesi’nden Dr. Azime Telli’ye ve ASAM Genel Koordinatörü ve Dünya Enerji Konseyi üyesi Necdet Pamir’e teşekkür ediyorum.

Radikal, 12 Ocak 2016



11 Ocak 2016 Pazartesi

Akkuyu’yu iptal etmek?

Türkiye ile Rusya arasında yaşanan gerilimin kısa sürede biteceğine ilişkin bir emare hala ortada yok. Türkiye tarafı baştan beri alttan alan, ilişkiyi yumuşatmaya dönük mahcup bir siyaset ve iletişim dili uyguluyor. Rusya tarafı ise, devlet başkanı Putin’in kafasındaki nihai sonucu elde edinceye kadar tavrını sürdürecek araçlar kullanıyor.

Önce Türkiye’den bazı malların ithalatı durduruldu. Ardından vizesiz seyahat kararı iptal edildi. Rusya’daki Türk şirketlerinin merkezleri bir aşiret devletine yakışır kabalıkta basıldı. Bazı iş adamlarımız hukuksuz şekilde tutuklandı. Bankalarımızın Rusya ofisleri sudan gerekçelerle basıldı. Öğrencilerimiz başta olmak üzere vatandaşlarımız sınırdışı edilmeye ve Rusya’da yaşayan Türk- Rus aileler parçalanmaya başlandı.

Geçtiğimiz hafta ülkemizdeki çeşitli bankaların ve kamu kuruluşlarının sitelerine karşı yapılan ve hayatı pek çok yerde durma noktasına getiren siber saldırı da bu kapsamda devreye sokuldu.

Bu sürecin en önemli araçlarından biri, dünya kamuoyunu etkilemeye ve Rusya’nın nihai hedeflerine hazır hale getirmeye yönelik olarak yürütülen tek taraflı propaganda savaşı.

Dün Dışişleri Bakanlığı sözcüsü Tanju Bilgiç’in bir açıklaması düştü ajanslara. Sözcüye göre "Kırım Tatar Taburu" adıyla anılan ve Ukrayna’nın Herson bölgesinde oluşturulacağı ifade edilen gönüllü birliklere, Türkiye'nin destek verdiği veya vereceği yönündeki iddialar gerçek dışıydı.

Dışişleri sözcüsü Bilgiç, "Bu asılsız iddialar üzerine 'Rusya'nın bir kez  daha sırtından vurulduğu' yönündeki Rusya kaynaklı açıklamalar son dönemde ülkemize karşı yürütülen kara propagandanın devamı niteliğindedir” diyordu. Anlaşılan o ki, Rusya, Ukrayna’da yapmaya hazırlandığı bazı hamleleri de Türkiye ile ilişkilendirmeye hazırlanıyordu.

Yakın geçmişteki çeşitli uluslararası meselede Rusya’nın aynı tür yöntemleri izlediğini biliyoruz. Rusya’nın muhataplarına karşı etkileyici hikayeler yazacak bir dezenformasyon makinasına sahip olduğunu, propagandanın çeşitli türünü birlikte kullanan hibrit bir sisteme sahip olduğunu defalarca gördük.

1990’larda Moldova’nın Transdinyester bölgesi ile ilgili çıkan çatışmada ve Dağlık Karabağ’da, ardından 2000’lerde Gürcistan'ın Osetya bölgesindeki çatışmada bu propaganda makinasının nasıl mükemmel çalıştığını izledik. Keza 2014 yılında Kırım’ın ilhakı sürecinde ve ardından Ukrayna’nın doğusunda yaşanan iç savaşta da, Rus propaganda makinasının dünyayı nasıl etkilediğine şahit olduk.

Bildiğimiz kadarıyla Türkiye tarafında Rusya’nın dezenformasyon yöntemlerini algılayıp ona karşı mücadele edebilecek merkezi bir yapı yok. Aslında Başbakanlık, Dışişleri Bakanlığı ve Savunma Bakanlığı’nın bu konuda birlikte hareket etmesi; bilişim ve iletişim uzmanlarından oluşan bir “Strateji takımı” kurması şart.

Çünkü, daha dün Kırım ve doğu Ukrayna örneklerinde gördüğümüz gibi, Rusya’nın sistematik propagandası giderek yoğunlaştıracaktır. Kendi kanallarında yayınladıkları haber, video ve röportajların önemli kısmını, diğer dillere çevirip aktaracak ve zihinleri adım adım hazırlayacaklar.

Sadece son 10 günden kaç örnek verelim…

Örneğin, önce Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin’den düşürülen uçağın kara kutusunun uluslararası uzman bir heyetin önünde açılacağını ve uçağın düşürülmesiyle ilgili gerçeklerin gün yüzüne çıkarılacağını söylediğini duyduk. Ardından ne olduysa, Putin bu kararından vazgeçti ve “karakutudan ne çıkarsa çıksın Rusya’nın tavrından ve taleplerinden vaz geçmeyeceğini” ilan etti. Ve sonunda uçağın kara kutusu açıldı ama ne hikmetse “hasar gördüğü için kayıtların okunamadığı” bilgisi yayınlandı.

Benzer şekilde geçen hafta CHP milletvekili Eren Erdem’in “Batılıların Suriye’ye Türkiye topraklarından sarin gazı gönderdiğine” ilişkin sözlerinin, Rus propaganda makinası  tarafından çarpıtılarak servis edildiğine ve bu propagandaya Türkiye Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı’nın ve Başbakanı’nın bile, Milletvekilinin gerçekten ne söylediğini gerçeğini araştırmadan inandığına şahit olduk. (http://m.ria.ru/syria/20151225/1348847002.html)

Bir başka örnek geçen hafta, Rus kanallarında ve internet sitelerinde ne olduğu belirsiz bazı hava görüntüleri eşliğinde “Türkiye’nin IŞID ile petrol kaçakçılığı yaptığı” ilişkin haberler yayınlanmaya başlamasıydı. (https://www.rt.com/news/327063-russian-intelligence-oil-tankers-turkey/

İlginç olan, tüm bu bilgi, haber ve görüntülerin Rus Savunma Bakanlığı kaynaklı olmasıydı.

Bize göre bütün bunlar, Rusya’nın Türkiye ile ilgili global zihinleri hazırlama sürecinin aşamaları. Bu hazırlıklar, Türkiye ile batı arasındaki zaten gevşek olan bağları, hükümetler nezdinde olamasa bile kamuoyu nezdinde koparma çabalarıdır.

Türkiye’yi yönetenlerin, nedeni ve nasılı ne olursa olsun, Rus uçağının düşürülmesinden önceki pozisyona kolay kolay dönülemeyeceğini anlaması gerekir. Bir yandan ilişkilerin ateşini düşürmek için elden geleni yapmalı… Diğer yandan Rus tarafıyla doğrudan iletişim kanallarını çalıştırmak için çaba sarfetmeli… Ama bunların yanısıra uzun bir sürece yayılacağı anlaşılan büyük fotoğrafı doğru kavrayıp, Rus propaganda makinasına karşı güçlü bir strateji ve uygulama ekibi görevlendirilmelidir.

Öte yandan, Türkiye’nin kendi enerji güvenliği ile ilgili olarak yapması gereken ilk doğru hamle, Akkuyu Nükleer Santral Projesini kendi iradesiyle iptal etmektir.

Eğer her musibette bir hayır aranacaksa, bu hayır Akkuyu olacaktır. Etraflıca etüd edilmeden, uluslararası bir ihale açılmadan koşulsuz şekilde Rusya’ya ikram edilmiş olan ve Türkiye vatandaşlarına minimum 77 milyar dolarlık bir devasa faturayı ödeme zorunluluğu getiren Akkuyu’nun iptali, Rusya’yı yönetenlere bu akıl dışı gidişattan ne kadar zararlı çıkabileceklerini de gösterecek ilk hamle olacaktır.

Rus savaş uçağının düşürülmesi sonrası çıkan gerilimden bağımsız olarak önerdiğimiz, Akkuyu Nükleer Santrali Projesi’nin iptal edilmesi ile ilgili gerekçelerimize bir sonraki yazıda değineceğiz.

Radikal, 30 Aralık 2015

"Değişim" kelimesinin içini doldurabilmek kolay değildir

Siyasi kampanyalarda partilerin seçim sloganlarının önemi nedir? Bu sloganlardan sadece kararsızlar diye adlandırılan seçmen kesimleri mi etkilenir?

Seçim kampanyalarında sloganlar önemlidir ama, sadece iyi bir slogan ile seçimin kazanılabileceğine dair dünya demokrasi tarihinde tek bir örnek yoktur. Seçim kampanyaları özü itibariyle doğru bir liderin, doğru bir fikirle ve doğru bir ekip ile sonuç alabildiği uzun süreli, çok etkenli karmaşık bir mücadeledir. Bu mücadelede lidere,  fikre ve ekibe tam uyan, bununla birlikte zamanın ruhunu da hesaba katan bir slogan işleri kolaylaştırabilir. Slogan o liderin (adayın) seçmenlerin hayatına ait yüzlerce soruna ilişkin çözüm önerilerinin ve vaatlerin özeti olacak şekilde kodlanabilirse işe yarayabilir. Böylesi bir durumda, slogan sadece kararsız seçmenleri etkilemekle kalmaz, adaya (lidere) oy vermeye karar vermiş olan seçmenlerin parti gönüllüsü gibi davranmasına ve sahada seçmenlerin mobilizasyonuna da katkı sağlar.

“Change” yani “Değişim” sloganı Obama ile özdeşleşen bir seçim sloganı olarak hafızalarda yer etmiş durumda.  Obama’yı başarıya ulaştıran bu sloganı en son Kanada’nın genç Başbakanı Justin Trudeau “Real change for the middle class” yani “Orta sınıf için gerçek değişim” sloganında kullandı ve başarıya ulaştı. Dünyamızda ki diğer örnekleri de göz önünde bulundurarak “Değişim” sloganın siyasetçiyi başarıya götüren büyüsü nedir?

Evet, 2008’de ABD’de Obama, ardından Fransa’da Fransois Hollande ve nihayet Kanada’da Justin Trudeau “Değişim” sloganıyla iktidar oldular...

Obama’ya 2008 ABD başkanlık seçimlerini kazandırdığına inanılan “Değişim”  ve “Umut” kelimeleri aslında siyasetin yüz yıllardır kullandığı en eski ve en klişe iki kelime, iki sihirli sözcüktür. Siyasette bu iki sözcük kadar etkili olabilmiş güçte sözcükler bulabilmek kolay değildir. Bu sözcüklerin kullanılmadığı ülke ve demokrasi bulabilmek pek te mümkün değildir.

Ama sadece “değişim” sloganını kullanmak tek başına başarı için yeterli değildir. 

Örneğin, 1999 Genel Seçimlerinde Deniz Baykal ve o zamanki CHP “değişim” kelimesini ana slogan olarak kullanmıştır ama barajın altında kalmıştır. Zira, “değişim” kelimesinin içini doldurabilmek, sahiden “değişim” yapabilecek bir lider /aday/ parti olarak algılanabilmek öyle çok kolay bir iş değildir. “Değişimci” olarak algılanmayı başarsanız bile zafer elde edebilmeniz garanti olmayabilir.

Peki o halde örneğin Obama kampanyasında “Değişim” sloganı neden işe yaradı? 

“Değişim” kelimesinin Obama’ya seçim kazandırmış olmasının ana nedeni öncelikle zamanın ruhudur. Obama’dan önce 8 yıl süreyle ABD’yi yönetmiş olan George W. Bush ve Neo Con’lar ülkeyi o denli yanlış yönetmişler ve Afganistan’dan Irak’a kadar dünyanın çeşitli ülkelerinde o denli kan dökmüşlerdir ki... Tüm bu hataların sonucu olarak 2008 sonbaharında başlayan global ekonomik kriz, sıradan Amerikan vatandaşının hayatını o denli allak bullak etmiştir ki... “Değişim” Amerika için gerçek bir ihtiyaç haline gelmiştir. 

“Değişim ihtiyacının” yakıcı hale geldiği böylesi bir dönemeçte, hem kişisel geçmişi, hem temsil ettiği değerler ve hem de söylemleriyle Obama Amerika’ya çare olabilecek yegane alternatif olmayı başardığı için sonuç alabilmiştir. Obama’nın tarihi zaferinin temel nedeni sadece budur; seçmenin değişmeye gerçekten ihtiyaç duyması ve Obama’nın bir lider ve aday olarak “değişim” kelimesinin içini tam olarak doldurabilmesi...

Kanada’da için de durum çok benzerdir. Muhafazakar başbakan Stephen Harper 2006 - 2015 arası Kanada ekonomisini öylesine kötü yönetmiştir ki , 10 yılın sonunda “değişim” Kanadalı seçmen için de bir ihtiyaç haline gelmiştir. Justin Trudeau’da bu ihtiyacı zamanında görmüş ve bu ihtiyaca uygun politikalar geliştirerek değişimin sembolü olmuş ve kazanmıştır.

Özetle sihri sloganda değil liderde, fikirde ve kadroda aramak gerekir.

Aslında başarıya ve geniş seçmen kesimlerine hitap eden bu sloganların arasına İspanya’da karşımıza çıkan “Podemos” yani “Yapabiliriz” hareketini de dâhil edebilir miyiz? Çünkü bu tarz bir siyasi parti isimi ve sloganı ideolojik kenetlenmeden öte seçmenlere “siz, birey olarak yapabilirisiniz. Değişim sizin elinizde” mesajı vermiyor mu?

Siyasetçiler, seçmenlerin sorunlarına çözüm bulabildikleri sürece tercih edilirler. Çözüm olmak yerine kirlenirler ve sonuçta meselenin bizatihi kendisine dönüşürlerse, halk hareketleri yada bir diğer ifadeyle “popülist hareketler” ortaya çıkar. 

Popülist hareketler çoğu kez kendiliğinden ve lidersiz olarak ortaya çıkar. Yani siyaset kurumuna refleks olarak doğarlar ve pek çok örnekte görüldüğü gibi siyasi bir sonuca ulaşamadan dağılırlar. 

Podemos da böyle bir hareket. Yani, “Podemos” İspanyol dilindeki kelime karşılığı olan “Yapabiliriz” anlamı sayesinde değil, mevcut siyasetçilerin seçmenin derdine derman olamaması yüzünden ortaya çıkmıştır ve muhtemelen Almanya ve Avusturya’daki “Pediga Hareketi” gibi anlamlı bir siyasi sonuca erişemeden dağılacaktır. Buna karşın bir diğer popülist hareket olan İtalya’daki “5 Star Hareketi”, baştan bir lidere ve programa sahip olduğu için siyaseten sonuç alabilmiştir.

Şimdi ülkemize dönelim. 10 Mart tarihinde başlayarak Türkiye, 7 Haziran ve 1 Kasım seçimlerini geride bıraktı. Son 9 ay Türkiye için uzun bir seçim dönemi olarak geçti ve bu seçim dönemi AK Parti iktidara yeniden iktidara gelmesi ile sonlandı. Parlamentodaki siyasi partilerin iki seçim dönemindeki siyasi kampanyalarına bakarsak, partilerin iki seçim dönemindeki siyasi sloganlarını başarılı buluyor musunuz?

2005 yılında Adalet ve Kalkınma Partisi ve Halkların Demokrasi Partisi seçimleri belirleyen iki siyasi parti oldular.

CHP bu seçimlerde ne ilerleyebildi, ne de geriledi. MHP ise 7 Haziran’dan sonra üst üste yaptığı stratejik hatalarla dramatik şekilde mevzi kaybetti. HDP, 7 Haziran’da elde ettiği başarıyı koruyamamış olsa da “Türkiyelileşme” stratejisiyle demokratik parlamenter sistemin kalıcı gücü olmayı hak etti.

Adalet ve Kalkınma Partisi ise 7 Haziran’da tek başına iktidar olma pozisyonunu kaybedince hızla bir durum muhakemesi yaptı, stratejik kentlerde adayları değiştirme dahil gerekli tedbirleri aldı ve sonuçta istediğini elde etti. Ama iktidar partisinin sağlam bir fikre dayalı etkileyici bir slogan kullanarak zafer elde ettiğini iddia edebilmek te akla ziyan bir tavır olur. Çünkü iktidar partisine zaferi sağlayan asıl faktör, ülkede yaşayan hemen her ferdin yakın gelecekten endişe duymasına neden olan “belirsizlik” ortamıdır. Çeşitli güçler tarafından yaratılan “belirsizlik” ortamı seçmenin denediği bildiği adrese yeniden yönelmesini kolaylaştırmıştır.

1 Kasım seçim sürecinde kampanyalar o denli tali bir öneme sahipti ki, seçimlerin üzerinden henüz bir kaç haftanın geride kaldığı bu günlerde, “Meclise girmeyi başarmış olan 4 siyasi partinin her hangi birinin sloganını hatırlayan var mı?” diye sorsanız, anlamlı bir cevaba erişemezsiniz.

Gerçekte, 7 Haziran’da iktidar şansını elde ettikleri halde ortak bir zeminde uzlaşmayı beceremeyen muhalefet partileri Adalet ve Kalkınma Partisi’ne dördüncü seçim zaferini kendi elleriyle ikram etmişlerdir. Bir diğer ifadeyle seçmen, ülkeyi hükümetsiz bırakan muhalefet partilerini haklı olarak cezalandırmıştır.

The Diplomatic Observer dergisi, Ocak 2016 sayısında yayınlanan söyleşiden...