Bu anayasa değişiklikleriyle Türkiye yeni bir sisteme
geçiliyor değildir. Fiili bir duruma anayasal bir kılıf dikiliyor, hepsi bu. Zaten Ekim ayındaki çıkışıyla bu değişiklik
sürecini başlatan Devlet Bahçeli o
günlerde bu durumu açıkça belirtmişti.
Ekim ayında Bahçeli, Erdoğan'ı: "Cumhurbaşkanı seçildiği andan itibaren
Anayasanın amir hükümlerini özüne ve ruhuna aykırı olarak yorumlayan;
Anayasanın vermediği yetkileri kendisinde hak gören; partili Cumhurbaşkanı gibi
davranan; tarafsızlığına gölge düşürecek şekilde hareket den ve yetkisini aşan;
siyasi propagandalara katılan, AK Parti lehine oy isteyen; siyasi polemiklere
katılan, fiilen hükümet başkanı gibi hareket eden" bir cumhurbaşkanı
olmakla eleştirmiş ve "Ülkede
hukuksuz, kanunsuz ve Anayasaya tamamen aykırı bir yönetim modelinin tecelli
ettiğini" öne sürmüştü.
"Türkiye Cumhuriyeti’nin beka mücadelesi
verdiği bugünlerde, siyasi iktidarın ve devletin en tepesinde bulunan
Cumhurbaşkanının hukukla ters düşmesi geleceğimiz açısından çok mahsurlu, çok
tehlikelidir" diyen
Bahçeli, bu açık tehlikenin bertaraf edilebilmesi için iki alternatif yol önermişti: "Bunlardan birincisi ve bizim
açımızdan da en doğru, en sağlıklı olanı, Sayın Cumhurbaşkanı’nın fiilli
başkanlık zorlamasından vazgeçmesi, yasa ve anayasal sınırlarına çekilmesidir.
Şayet bu olmayacaksa, ikinci olarak, fiili durumun hukuki boyut
kazanabilmesinin süratle yol ve yöntemlerinin aranmasıdır."
İşte 10 Aralık Anayasa
değişiklik önerileri, bu
değişikliklerin mimarı olan ismin, Devlet Bahçeli'nin ifade ettiği gibi, fiili durumun hukuki boyut kazanmasından
başka bir şey değildir.
Türkiye zaten Erdoğan'ın
Cumhurbaşkanı seçilmesinden bu yana fiilen bu modelle yönetilmekteydi, bu
anayasa değişikliklerinden sonra da aynı şekilde yönetilecektir. Bu nedenle,
2019'dan sonra Binali Yıldırım'a
Başbakan değil de Cumhurbaşkanı Yardımcısı adını vereceğimiz için Türkiye'nin
bir sistem değişikliği yaşayacağına inanmak saflık olur.
BU
DEĞİŞİKLİK ÖNERİSİNE "BAŞKANLIK" DEMEK MERTEBE OLUR!
Bu anayasa
değişikliklerini demokratik bir rejim türü olan Başkanlık Sistemi'yle
ilişkilendirmek, hatta ona benzetmek de tamamen abesle iştigal olur.
Yürütme, yasama ve yargı
arasındaki kuvvetler ayrılığını koruyup güçlendirmeyen bir sistemin gerçek
anlamda ne parlamenter sistem olması mümkündür ne de başkanlık sistemi. Teklif edilen sistem gecekondu bir tek adam sistemidir!
Anayasa değişikliklerinin
yürütme dışındaki kuvvetleri güçlendiren hiçbir yönü yoktur. Meclis'e verildiği söylenen HSYK
üyelerinin yarısını belirleme hakkı aslında fiilen en çok sandalye sahibi olan
partiye yani Cumhurbaşkanının partisine verilmektedir. (HSYK üyeliği için
gösterilen adaylar ilk turda üçte iki, ikinci turda beşte üç oyla seçilmekte
ancak bu oranlara ulaşılamazsa son turda en çok oyu alan iki aday arasından ad
çekme ile belirlenmekte ki en çok oya sahip olacak adaylar çok büyük olasılıkla
iktidar partisinin göstereceği adaylar olacaktır. HSYK üyelerinin diğer yarısı da zaten bizzat Cumhurbaşkanı tarafından
belirlenmekte.)
Öte yandan meclisin yürütme karşısında gerçekten güçlü
olabilmesinin yollarından biri de cumhurbaşkanın partisinden başka partilerin
de mecliste temsilinin önünü açmaktır. Oysa yüzde on barajla bunun tam tersi söz konusu olmakta, birinci parti hak ettiğinin çok üzerinde
mecliste sandalyeye sahip olmaktadır.
Seçim barajının demokratik
ülkeler seviyesine indirilmesi ve siyasi partilerdeki tek adam hegemonyasını kırmaya yönelik hukuki düzenlemelerin
yapılmasıyla ancak güçlü bir yasamadan söz etmeye başlayabiliriz.
REFERANDUM KAMPANYASINDA
NELER OLACAK?
Bir süredir, konu ne olursa olsun aslında aynı şeyi tartışan
bir toplum haline geldik. Bu anayasa referandumunda da muhtemelen aynı şey
olacak. AKP, kendisini önlemeye çalışan,
ülkeyi bölmeye, zayıflatmaya çalışan iç ve dış güçlere karşı mücadele etmek
için seçmenden oy isteyecek. Muhalefet de AKP'nin ve Erdoğan'ın yaptıklarının daha fazla güç ve yetki adına
yapıldığını, niyetin demokrasi olmadığını öne sürecek.
AKP'nin sürekli iç ve dış düşmanları işaret ederek,
muhaliflerin tümünü rakip değil de düşmanmış gibi damgalayarak ve seçmeni
düşmanla korkutarak oy alma stratejisinin toplumsal barışa, ülkenin hayrına
olduğunu söyleyebilmek mümkün değil ama seçimi kazanmasında etkili olduğu bir
gerçek. Bu kez de benzeri bir yol izleyeceklerdir ancak bu defa AKP'nin ikna
güçlerini aşındıracak kimi unsurlar mevcut. Örneğin 12 Eylül 2010 referandumu
ve sonrasında yaşananlar gibi...
12 Eylül referandumunda AKP'nin bu ülkeye vaat ettikleriyle
gerçekte yaşananlar arasındaki büyük uçurum önümüzdeki referandumda da ister
istemez sorgulanacaktır. AKP'nin daha
kaç defa askerin ve yargının vesayetini bitiriyoruz diyerek oy isteyeceği
sorulacaktır.
15 Temmuz ve FETÖ de mutlaka referandum kampanyalarının
önemli eksenlerinden biri olacaktır ve eğer muhalefet doğru bir iletişim
yürütürse bu konu da AKP'nin başını ağrıtacaktır. 6 yıl
önce yargıda devrim diye referandumla
getirdikleri düzenlemenin FETÖCÜ yapılanmaya sunduğu imkanlar sorgulanacaktır.
ÜLKENİN TEK MESELESİ
PARTİLİ CUMHUR-BAŞBAKANI MI?
15 Temmuz'dan sonra
FETÖ'yle ve kötü niyetli başka yapılarla mücadele için yargı ve bürokrasi
reformu yapmayı konuşan Türkiye'nin birden Cumhurbaşkanlığı konusunu gündeme
alması sorgulanacaktır.
Onca büyük iç ve dış sorun
arasında, Cumhurbaşkanının konumuyla ilgili, üç yıl sonra yürürlüğe girecek bir
düzenlemenin bugün ülke gündemine oturmasının mantığı sorgulanacaktır. (Yalnızca
Cumhurbaşkanın partisiyle ilişkisi kesilir hükmü hemen yürürlüğe giriyor.)
MUHALEFET 2 - 0 GERİDE BAŞLAYACAK
Kampanyada, muhalefetin
"Erdoğan fobisi" olarak damgalanmaya elverişli tutumlardan kaçınması
ve anayasa değişikliklerinin yol açabileceği çok büyük ve karanlık ihtimallere
odaklanmaması doğru olur. Siyasi gerilimin, kutuplaşmanın
muhalefetin aleyhine sonuçlar ürettiğinin farkında olunmalıdır.
Vatandaşın günlük hayattaki karşılığı
açısından bu değişikliklerin hiçbir yenilik ifade etmediği, bir umut
barındırmadığı vurgulanmalıdır.
MHP'nin ve Devlet Bahçeli'nin pozisyonu en zor olanı. Bahçeli, "Yanlış bir şey yapıyorsunuz bari
hukuksuz yapmayın" diyerek girdiği bir yolda, yapılan o yanlışları da
destekler, o yanlışlar için oy ister bir noktaya savrulma durumuyla karşı
karşıya. AKP içinde Bahçeli'yi en iyi tanıyan kişi olan Tuğrul Türkeş'in,
Bahçeli'nin kurt bir siyasetçi olduğu yolundaki uyarısının bir karşılığı olup
olmadığını da göreceğiz.
12 Eylül referandumunda
MHP tabanı dikkate değer ölçüde evet oyu vermişti. Normal koşullar altında Erdoğan'ın
başkanlığına evet demeyecek olan bu taban, ülkedeki iç ve dış tehditlerin
arttığı algısı güçlendiği ölçüde bu referandumda da evet diyecektir. Ancak
MHP'de genel kurula gitme /gidememe sürecinde görülen çatlaklar referandumla
birlikte daha da derinleşecektir.
KILIÇDAROĞLU TEK BAŞINA!
"Seni başkan
yaptırmayacağız"
diyerek 7 Haziran seçimlerine damgasını vuran HDP o günlerinden çok uzakta. 7 Haziran ile 1 Kasım arasında HDP
tabanında görülen kaymanın referandumda da devam edeceğini, 1 Kasım'da HDP'den
AKP'ye giden oyların referandumda geri gelmeyeceğini varsayabiliriz.
Bahçeli'nin değişikliğe desteğini, Demirtaş'ın içeride oluşunu
göz önüne alırsak Kılıçdaroğlu bu
referanduma tek muhalefet lideri olarak
gidiyor. Bu onun liderliği adına olumlu
bir fırsat olabilir ancak evet oyu çıkması durumunda parti içindeki liderliği
daha fazla sorgulanabilir.
MUHALEFETİN MAKUS TALİHİ
12 Eylül 2010 referandumuna katılım oranı yüzde 73.71'di. Bundan bir yıl önce
yapılan 2009 yerel seçimlerinde, belediye meclisi oylarına göre katılım oranı yüzde 84.06, bir yıl sonra yapılan 2011 genel seçimlerine katılım ise yüzde 83.16 idi.
Genel olarak referandumlara seçimlere oranla daha düşük bir katılım olması beklenir.
Cumhurbaşkanlığı seçiminde katılım oranı yüzde
73.72 idi. Cumhurbaşkanlığıyla ilgili değişikliklerin referandumunda da
buna yakın bir katılım oranı bekleyebiliriz. 1 Kasım seçimlerindeki yüzde 85'lik katılım oranıyla
karşılaştırdığımızda yaklaşık yüzde 10 daha az bir katılım olması muhtemel.
Bu nedenle bu seçimde
katılım için heves göstermeyecek seçmen gruplarını etkileyebilmek de
sonuçta belirleyici olacaktır.