Necati Özkan ve Seçim Zamanı

17 Aralık 2015 Perşembe

Rusya ile yeni bir dil mümkün mü?

İki ülkenin propaganda dili sokağı nasıl etkiliyor?
“Kocamla birlikte televizyon seyrediyorduk. Önce bir patlama sesi duyduk. Ardından sirenler çalmaya başladı. “Herhalde Türkiye ile savaşa girdik” dedim kocama…” Bu sözler, Sibirya’nın göbeğindeki Novosibirsk kentinde yaşayan sıradan bir ev kadını olan Evgenia Romanova’ya ait.

26 Kasım günü yani, Türkiye’nin Rus savaş uçağını düşürmesinden sadece iki gün sonra Novosibirsk’te bir sokakta park halindeki bir jipte patlama meydana gelmiş ve olayda iki kişi ölmüştü. Araçtan çıkarılan yarı çıplak bedenlerin, Putin’in lideri olduğu Birleşik Rusya Partisi’nden milletvekili olan 30 yaşındaki Oksana Bobrovskaya ve kocasına ait olduğu anlaşılmıştı. Olayın detayları araştırıldığında, kadın milletvekilinin zengin bir işadamıyla gönül ilişkisi olduğu, bu nedenle kıskanç kocanın araçta el bombası patlatmış olabileceği sonucuna varılmıştı. İşte o patlamanın gerçekleştiği sokakta oturan Evgenia Romanova patlamanın kendisinde yarattığı ilk duyguyu yerel gazete muhabirine böyle tarif ediyordu.

Rus savaş uçağının düşürüldüğü hafta Kanada’nın Toronto kentindeydim. Meseleyi anlamak için Toronto’da medyayı tararken yukarıda anlattığım olaya rastlamıştım. Jetin düşürülmesinden sadece 48 saat sonra, Türkiye’den binlerce kilometre uzaktaki Novosibirsk kentinde üçüncü sayfalık bir olay bile insanlarda “Galiba Türkiye ile savaş girdik” duygusunu tetikleyebiliyordu.

Rus uçağının düşürülmesi bir kaza mıydı? Bir komplo durumu mu söz konusuydu? Yoksa Türk F4 uçağının Suriye tarafından Haziran 2012’de düşürülmesinden sonra, güney sınırımızda adım adım yükselen gerginliklerin sonucu mu gerçekleşti olay henüz belli değil. Bu konuda pek çok kişi yazıyor, çiziyor, konuşuyor…

Ama doğrusu, olaydan sonra her iki tarafça yürütülen ve iki ülke ilişkilerini çatışma noktalarına getiren propaganda yönetimindeki tuhaflıkları anlamakta zorluk çekiyorum. Çünkü son yıllarda Türk - Rus ilişkileri öylesine iyi gidiyordu ki, bu tür bir olay ihtimal dahilinde gözükmüyordu.

Putin ve Erdoğan, daha bir kaç ay önce iki ülke arasındaki ticaret hacmini 100 milyar dolar seviyesine çıkarma kararı almışlardı. Türk şirketleri, Rusya’da onlarca milyar dolarlık iş yapıyorlar ve Rusya’nın hayat standardının yükselmesine katkı sağlıyorlardı. Türkiye enerji alanında Rusya’nın en önemli müşterilerinden biri olmuştu. Planlanan yeni boru hatlarıyla Türkiye Rus ekonomisinin en stratejik partnerlerinden birine dönüşmekteydi. Türkiye’nin önemli bankalarından biri Ruslara satılmıştı. Akkuyu’da inşa edilecek olan nükleer santral, her türlü itiraza rağmen ve de ciddi bir ihale süreci yaşanmadan Rusya’ya armağan edilmişti

Vizeler karşılıklı kaldırılmış ve Türkiye’ye gelen Rus turist sayısı ilk kez 4 milyon seviyesine ulaşmıştı. İki ülke vatandaşları arasında yaşanan evlilikler 200.000’ler seviyesine erişmişti. Rus vatandaşları güney sahillerimizde gayrimenkul alan yabancılar arasında 1 numaraya yükselmişti…

Açıkçası, iki ülke tarih boyunca yakın olmadıkları kadar birbirlerine yakınlaşmışlardı. Bundan dolayı Rus jetinin düşürülmesi haberi herkes için olduğu gibi benim için de büyük bir sürprizdi…

Dün sabah erken saatlerde, ülkesinin en önemli siyasi danışmanlarından biri olan Moskovalı bir meslektaşımdan mail aldım. THY ile Istanbul aktarmalı Orta Batı Afrika ülkelerinden birine gidiyordu. Saat 16.00 gibi Atatürk Hava Limanı’na inecekti ve Istanbul’da 6 saat kadar vakti vardı… “Birlikte bir akşam yemeği yiyebilir miyiz?” diye soruyordu.

Buluştuk ve 3 saate yakın sohbet ettik. Özellikle gelinen noktayı, iki ülkeyi yöneten siyasi liderlerin pozisyonlarını, kullanılmakta olan siyasi dilin yakın geleceğe muhtemel etkilerini ve iki taraf medyasının tutumu tartıştık.

Ben Rus meslektaşıma yukardaki olayı aktardım ve sordum: “Sibiryanın göbeğindeki sıradan bir ev hanımını, bu denli hızla etki altına alabilen bir propaganda makinası nasıl mümkün olabiliyor?”

Meslektaşımın verdiği cevap manidardı: “Biliyor musun, ben de aynı hafta Antalya’da bir Türk kocanın, jet krizinden sonra Putin’in tutumunu protesto etmek için Rus karısını boşamaya karar verdiğini okudum.”

Meslektaşım haklıydı! Her iki taraf ta siyasi iletişim konusunda elinden gelenin en kötüsünü yaptı. Olayın ertesinde derhal “doğrudan iletişim kanallarını” devreye sokmak yerine medya aracılığıyla birbirleriyle konuşmayı tercih ettiler. Gerek Rus medyası, gerekse Türk medyası, siyasilerin agresif tavırlarından kendilerine “milli görev” çıkarttılar. Krizi köpürttükçe köpürttüler.

Meslektaşımın anlattığı onlarca detaydan Rusya Devlet Başkanı Putin’in bu denli agresif bir tutum takınmasının psikolojik arka planını daha iyi anladım. Mesele, savaş uçağının düşürülmesi ertesinde Türkiye tarafının Putin’i doğrudan aramak yerine, 8 - 10 saat süreyle ABD ve AB liderlerini araması ve NATO’yu devreye sokmasıymış. Batı ile yapılan görüşmelerin bitiminden sonra Putin’in aranması Rusya tarafında kırılma yaratmış. Putin özellikle de bu nedenle kendini “sırtından hançerlenmiş” hissediyormuş.

Acaba, Rus liderin bu duygusunun Türk muhataplarınca bilinmesi, ilişkilerin tamiri için bir başlangıç olabilir mi? Acaba Putin’in bu hissiyatının anlaşılması Türk tarafına farklı bir bakış açısı kazandırabilir mi? Belki de, taraflar için nihai bir kazanç ihtimalinin gözükmediği bu gidişatın durdurulması için mevcut iletişim yönetimi gözden geçirilebilir… Medyanın durumdan vazife çıkarması ve “pireyi deve yapması” engellenebilir… Yeni bazı doğrudan iletişim kanalları bu bakış açısıyla devreye sokulabilir… Veya formel olmayan iletişim yollarına başvurulabilir…

Her iki tarafın da bu konularda daha yaratıcı olmaya ihtiyacı var sanki. Aksi halde bu gidiş Evgenia Romanova’ın Novosibirsk  kentindeki patlamadan sonra aklına ilk gelen “riski gerçeğe dönüştürebilecek” pek çok mayınlı alan yaratıyor

Radikal, 17 Aralık 2015

10 Aralık 2015 Perşembe

Donald Trump nereye koşuyor?

Cumhuriyetçi Parti'den aday adaylığını ilan ettiği günden beri Meksika'lılar başta olmak üzere tüm göçmenlere karşı söylemleriyle dikkat çeken ABD başkanlık yarışının önemli figürü işadamı Donald Trump, bu hafta yeni bir ırkçı öneriyle çıkış yaptı. Göçmen yada turist olduklarına bakılmaksızın tüm Müslümanlara ABD sınırlarının kapatılmasını istedi.

Trump'un bu önerisi Beyaz Saray, BM, AB, İngiltere Başbakanı, Hillary Clinton ve diğer Cumhuriyetçi Parti aday adayları gibi çeşitli kişi ve kurum tarafından kınandı.

Buna rağmen Trump'un önerisinin konuşulması, medyada tartışılması ve ABD vatandaşlarının bir kısmı tarafından desteklenmesi, yaşadığımız günlerin nelere gebe olabileceğinin göstergesi kabul edilebilir.

CNN TÜRK'te yayınlanan "Her Şey" programında Mirgün Cabas'ın bu konudaki sorularını yanıtladım. İşte o söyleşi...

5 Kasım 2015 Perşembe

Bildiğimiz politikanın sonuna doğru mu?

Siyasetsiz siyaset 2016'da işe yarayacak mı? 
Kasım 2016’da yapılacak olan ABD başkanlık seçimlerine doğru geri sayım devam ediyor. Her iki siyasi parti içinde giderek kızışan şenlikli bir önseçim süreci yaşanıyor. Demokratik Parti’deki yarışın favori ismi Hillary Clinton. Görünen o ki, kendi ayaklarına kurşun sıkmayı başarmazsa, partisinin resmi adayı olacak. Muhtemelen de ülkesinin ilk kadın başkanı.

Ama Cumhuriyetçi Parti içindeki önseçim ipini göğüsleyebilecek aday ise henüz belirsiz. Yarışan 16 adaydan emlak milyarderi Donald Trump açık ara önde ama, partisinin resmi adaylığını kazanıp kazanmayacağı çok tartışılıyor.

DAĞDAN GELİP BAĞDAKİLERİ KOVDULAR

8 Yıllık Obama dönemi, ABD siyasetinde kutuplaşmanın en yüksek seviyelere çıktığı dönem oldu. Obama’nın ülke ve Kongre gündemine getirdiği her sosyal politika yasa tasarısı Cumhuriyetçilerin sert blokuyla karşılaştı. İki tarafın siyasetçileri ülkenin sorunlarını çözmeye mesai harcamak yerine, son 8 yılı birbirlerini bloklamak için harcadılar. Siyasetin itibarı kimsenin derdi olmadı.

Cumhuriyetçi Parti gerek 2008’de, gerekse de 2012’de Obama’yı alt edebilecek bir lider üretemedi. Muhafazakar kanat tam da Bush ailesinin yeni temsilcisi olan Jebb Bush’un 2016 için “kaçınılmaz adaylığına” alıştırılıyordu ki, oyuna 3 outsider (harici) oyuncu girdi : Emlak kralı Donald Trump, beyin cerrahı Ben Carson ve HP’nin eski CEO Carly Fiorina

Siyaset tecrübeleri sıfır olan bu 3 aday, sergiledikleri performansla partinin ağır toplarını tümden geride bırakmayı başardılar. Amerikan halkı siyasilerden o kadar soğumuştu ki, yeni isimlerin zamanı gelmişti.

“FAKİR AMA GURURLU” DEĞİL, “ZENGİN VE NARSİST”

Donald Trump adaylığını anons ettiğinde müstehzi değerlendirmelerle karşılandı. Bir kaç ay içinde yaptığı gaflar, agresif hücumları, rakiplerini küçümseyen sivri dili ve pervasızlığı nedeniyle NBC ve FOX TV gibi kimi medya kuruluşlarının sansürüyle karşılaştı.

Trump zenginliğini göstere göstere kampanyasına başladı. En sık kullandığı cümlelerden biri “Benim en güzel tarafım zengin olmam.” Sık sık bankada 7 milyar dolarının olduğunu dile getiriyor.

Cumhuriyetçi adayların TV’de kapıştıkları ilk düelloda, ön seçimi kaybederse diğer adayları desteklemeyeceğini, çünkü buna layık olmadıklarını söyledi. Rakiplerini kuklaya benzetti.

 Bir rakibi “Adaylığı kaybetme riskine karşı kendini peşinen korumaya alıyor çünkü kendisi siyasetçileri satın almaya alışkın" dediğinde Trump, "Doğru, buradaki birçok siyasetçiye para verdim. Hillary Clinton da buna dahil. Para verdim, o da düğünüme katıldı” diye cevap verdi.

“POLITICALLY INCORRECT”

Tabulara saldırıyor, rakipleriyle alenen dalga geçiyor. Twitter hesabından sadece rakiplerine değil, medya mensuplarına da hakaret yağdırabiliyor.

Trump’un siyasi doğruluk gibi bir derdi yok. "Amerika’nın siyasi doğruculukla uğraşacak vakti yok. Başımız dertte. Artık kazanamıyoruz. Ticarette Çin, sınırlarda Meksika bizi dövüyor. Önüne gelen bizi yeniyor. Ben seçilirsem Çin’i sürekli döveceğim” diyor. Japonya’ya karşı tavrı da farklı değil: “Japonlar bize milyonlarca otomobil satıyor. En son ne zaman Tokyo’da bir Chevrolet gördünüz? Amerika için neyin doğru olduğunu ben bilirim” diyor.

Kampanyasının sloganı: “Amerika’yı yeniden büyük yapalım.”

Siyasetçileri devamlı küçümsüyor. Eleştirileri sadece Obama ve Demokratlarla da sınırlı değil. Cumhuriyetçi eski başkanlar da Trump’un sivri dilinden paylarını alıyor.

Örneğin, TV’deki ikinci tartışma programında Jebb Bush’a kardeşi eski başkan George W. Bush’un için “Senin kardeşin o kadar kötüydü ki, başımıza Obama belasını o sardı. O kadar büyük felakete yol açtı ki, ardından Lincoln gelse seçilemezdi” diye eleştirdi.

 CİDDİYET YERİNE EĞLENCE

Siyasi alanda kazanamayacağı ciddi tartışmalara girmektense, eğlenceye yönelmeyi tercih ediyor. O kadar ki, kendisiyle dalga geçilmesine aldırmıyor, hatta kendisi bile kendisiyle alay ediyor.

Örneğin ünlü sunucu Jimmy Fallon’un Trump kılığına girip kendisini tiye alan videolarına tepki göstermek yerine, “Donald Trump aynada kendi kendisiyle röportaj yapıyor” adlı videoda bile Fallon’la birlikte oynadı. (Bakınız: https://www.youtube.com/watch?v=c2DgwPG7mAA)

ODAKLANMANIN ZAFERİ

Bütün bunlara rağmen Trump’un şimdiye kadar elde ettiği sonucu pazarlamanın en temel kuralıyla izah etmek mümkün: Odaklanma.

Trump’ın odağı göçmenler. Önceliği ise Meksikalılar. Meksika sınırına duvar öreceğini, bedelini Meksikalılardan alacağını ve yasadışı 11 milyon Meksikalıyı geri göndereceğini söylüyor. “Ülkeye uyuşturucu getiriyorlar, durmadan suç işliyorlar. Bunların hepsi tecavüzcü” diyebiliyor. Kendisine ısrarla soru sormak isteyen Meksika kökenli bir gazeteciyi basın toplantısından kapı dışarı attırabiliyor.

Suriyeliler konusunda da benzeri şekilde davranıyor. Amerikanın şu ana kadar kabul ettiği Suriyeli mültecilerin tamamımı geri göndereceğini söylüyor : “200 bin Suriyeli mülteciyi almak istediğimizi duyuyorum. Bunlar IŞİD militanı olabilirler. Düşünün 200 bin kişilik ordu!” diyor ve ekliyor “Kazanırsam hepsi geri gidecekler!”

SİYASETİN SONU MU, YENİ POPÜLER SAĞ MI?

Özetle TrumpÇay Partisi milliyetçiliğini” popülizmle aynı pota eritiyor. Aşırı muhafazakar tabana sesleniyor. Ancak söylemleri Cumhuriyetçi Parti tabanında beğeni kazandığı kadar tepki de görüyor.

Her ne kadar bugün en önde koşuyor olsa da, Donald Trump’ın Parti elitlerinden onay alıp alamayacağını kestiremek zor. Çünkü parti ruhunun eninde sonunda bu yarışa müdahale etme ihtimali var.

Zira Trump’ın popüler çizgisinin partiye seçim kaybettirebileceği çok konuşuluyor. Örnek olarak ta Trump gibi siyaset dışından gelip önseçim kazanan ve Demokrat Parti’nin adayı olan George McGovern’in Nixon karşısında 50 eyaletin 49’unu kaybettiği 1972 Başkanlık Seçimleri gösteriliyor.

MediaCat, Kasım 2015


1 Kasım 2015 Pazar

Muhalefet liderleri 1 Kasım’da hangi fikri temsil ediyor?

“Pazarlamada rekabet alanı iki kulağınız arasındaki 30 santimlik mesafedir” der Al Reis; tüketici zihnini kast ederek. Siyasi pazarlamada da durum öyledir. Liderin bir seçim kampanyasında bütün gayreti, seçmen zihninde kendine güçlü ve benzersiz bir yer edinebilmek olmalıdır.

Bunun için de iki yöntem vardır: Siyasi pazarın lideriyseniz yaptığınız her hareketle liderliğinizi pekiştirmeye odaklanacaksınız. Muhalefetteyseniz olabildiğince cesur davranacaksınız.

Bu basit formülden dolayı ne yaptığının farkında olan siyasetçi, her fikrin sahibi olmaya çalışmaz. Seçmen ihtiyaçlarının analizini ve zamanın ruhunu hesaba katarak, o seçim döneminde oluşan en önemli beklenti alanının sahibi olmak için strateji geliştirir.

İster dünya seçim tarihine bakın, ister Türkiye demokrasisinin kazananlarını analiz edin, hep aynı sonucu görürsünüz: Seçmen zihninde önemli bir fikrin temsilcisi olmayı açıkça başarmış olan lider, seçimi kazanır. Cesur davranan muhalefet lider ise fark yaratacak bir atılım elde eder.

Tersini yapmaya kalkışan, yani her fikrin sahibi olmaya çabalayan siyasetçinin sonu hüsran olur.

Bu pencereden bakınca, 1 Kasım seçimleri öncesi yaptıkları kampanyalarla muhalif liderler hangi fikri temsil ettiler? Bu fikirlerin seçmen nezdinde ne tür bir karşılığı mümkün olabilecek?

Paylaşılamayan vaat: Türkiye
Meclis’teki dört partiden üçü 1 Kasım seçimlerine “Türkiye” diyerek girdi.  
Kutuplaşma iklimini yarattığına inanılan en önemli aktör olan AKP, “Sen ben yok, Türkiye var” diyerek işe başladı. Bu sözünün içini nasıl doldurduğu, bu yolda nasıl değiştiği tamamen meçhul olduğu için AKP aslında bir şey diyememiş oldu.
Son günlerde yayına soktuğu “Bu memleket bizim” filmiyle ise AKP, “söyleyecek sözün yoksa şarkı söyle” şeklindeki reklamcılık klişeşinin yeni bir tekrarını yapmış oldu.
CHP de seçimlere “Önce Türkiye” diyerek girmişti. Zaten bir süredir kendisini “Türkiye’nin Birleştirici Gücü” olarak konumlama yoluna girmiş olan parti bu kez “Önce Türkiye” diyerek aslında bir şey dememiş olmayı tercih etmiş oldu. Aslında “Önce Türkiye” CHP için bir fikirden ziyade slogandı. O kadar ki, kampanyasında kenar süsü gibi işlev gördü.
Bir şey söylemeden seçime girme stratejisini en açık ve “harbi” biçimde uygulayan ise  “Sen, bilirsin Türkiye”  diyen MHP oldu. Ancak parti, “Sen” ve “bilirsin” arasındaki virgülden de çok şey beklediğini göstermiş oldu açıkçası. 
MHP’nin parti olarak, Türkiye’ye “sen bilirsin” diyerek  ‘posta koymadığını’, aksine Türkiye’nin vicdanına ve kararına güvendiğini belli etmek için kendi kendini bir virgüle muhtaç etmesi siyasal iletişim tarihimizin örnek vakaları arasına girmeyi şimdiden garantiledi.
Üç partinin ortak fikri koalisyon…


Bu üç partinin 1 Kasım seçimlerine giderken siyasal iletişimde “Topu Türkiye’ye atmaları” ve pek de bir şey söylememeyi tercih etmeleri boşuna değildi elbette. “Sen ben yok Türkiye var”, “Önce Türkiye”, “Sen, bilirsin Türkiye” diyen partiler aslında stratejilerini savunma ve benzerlik üzerine kurmuş oldular.
Bir başka ifadeyle, en yüksek ihtimalin gerçekleşerek 1 Kasım seçimlerinin 7 Haziran’a benzer bir  sonuç yaratması durumunda, en azından kendi tabanlarını koalisyona daha fazla hazırlamaya odaklanmış oldular. Koalisyon masasında başları çok da ağrımasın istediler.
Bahçeli, 7 Haziran’dan sonra oluşan “hayırcıbaşı” algısını kırmak için son haftalarda eline geçen her fırsatı sonuna kadar kullandı. Aslında kişisel kampanyasını “Ben hiç bir zaman hayırcı olmadım ki…” demeye getirdi.
Bütünüyle de “koalisyoncu” algılanmamak için…
Tabii bütünüyle savunmacı ve koalisyonu gözeten bir yaklaşımla bir siyasi yarışı götürmek mümkün olamayacağı için bu üç parti, kampanyalarına sos kattılar; başka şeyler de söylemeye gayret ettiler.
Başka şeyler söylemeye çalıştıkça da birbirlerine daha çok benzediler. “Asgari ücret” şu kadar olacak, “emekli maaşı” şu kadar artacak, “gençlere” şu kadar fırsat sağlanacak vb…
“İlk günkü aşkla hep birlikte” diye kampanyasını başlatan Davutoğlu, kendisinden kopup giden seçmeni partisinin “o eski AK Parti” olduğuna ikna etmeye çalıştı. Ancak partisi içinde yaşanan onca kırılmadan sonra, partililerini bile bu sloganla ikna edebilmesi zordu.
Ekonomik vaatlerini “Biz varız yaparız” diyerek seçmene iletmeye çalışan CHP ile “Ülkenin geleceğine oy ver” diyen MHP, hem fikren ve hem duygusal olarak yeterince güçlü olmayan sloganlarla seçmene seslenerek rekabette “biz de varız” demeye çalıştılar.  
Yalannnn…
Kampanyasını “Artık analar ağlamayacak dediler  – YALAN”, “Hukukun üstünlüğü dediler – YALAN” gibi mesajlarla süsleyerek AKP’yi eleştiren MHP, bu üç parti arasında en “sert” dil kullanan parti oldu. AKP ile MHP arasındaki oy geçişkenlik oranını düşününce de MHP’nin bu yaklaşımının kendisi açısından doğru olduğu söylemek mümkün.
İki inatçı…
HDP, 1 Kasım seçimlerine “inadına” diyerek giren ikinci aktör oldu. Evet, resmen “inadına” diyen başka bir kişi ya da kurum görünmüyor ortada belki… Ama, toplumdaki yaygın kanaat, Türkiye’nin bu “tekrar seçime”, önemli ölçüde Erdoğan’ın inadı yüzünden girildiği yolunda.
HDP işte bu inada cepheden karşılık verdi ve aslında kampanyasını 7 Haziran’da kendisine başarı getirmiş “Seni Başkan yaptırmayacağız” hattı üzerinden kurmuş oldu.
Farklı ve cesur tek fikir : “İnadına beraber”
HDP, “O inat ediyorsa biz de inat ederiz” mesajı vererek, Erdoğan rejimine karşı muhalefetin hakiki temsilcisi olduğuna seçmeni ikna etmeye çalıştı. 
HDP’nin “inadına” stratejisinin anafikri “İnadına beraber” sözünde kodlanıyordu. HDP, bu sözle Türkiyelileşme stratejisini pekiştirmekle kalmadı, aynı zamanda PKK ve Kandil’e rağmen bir arada yaşama fikrini de cesaretle savunmuş oldu.
HDP bunlara ek olarak “inadına” davranmanın enerjisinden yararlanmaya da odaklandı. Reklam filminde “İnadına barış”, “inadına dere”, “inadına ağaç” diyerek mesajını genişleten HDP, madenci işçiyi göstererek “inadına hayat” ve Bülent Arınç’ın kadınlar ve kahkahaya dair ünlü sözünü akla getirecek biçimde “inadına kahkaha” da diyebildi.
Hangi fikir ne getirir?

Sadece 2 gün sonra bu fikirlerin ne getirip ne götüreceğini hep birlikte göreceğiz. Kılıçdaroğlu’nun kampanyasının değil ama, 7 Haziran sonrası sergilediği uzlaşmacı tavrının ve sorumluluk alıcı politikalardaki ısrarının meyvelerini yiyeceğini söylemek için müneccim olmak gerekmiyor.

Benzer şekilde Bahçeli’nin 7 Haziran ertesindeki uzlaşmaz tavrını değiştirme iradesi sergileyerek, partisini mutlak bir felaketten kurtarmayı sağladığını kestirmek için de falcı olmak gerekmiyor. 

Yine siyaset, siyasi iletişim ve sosyoloji bilimlerinin ışığında cesaretin ve odaklanmanın sonuç alacağını, Demirtaş’ın her türlü tuzak ve iktidar saldırısını defedeceğini ve muhtemelen oylarını korumakla kalmayıp artırabileceğini de kestirebiliriz.

Dünki yazımızda da işaret ettiğimiz gibi, Davutoğlu her hangi bir fikre odaklanmayı başaramadığı için büyük ihtimalle sonuç alamayacak. Daha doğrusu 1 Kasım akşamı, 7 Haziran seçimlerindeki oranı yakalayabilirse kendini şanslı sayacak.

Ardından 2 Kasım sabahı hep birlikte soracağız: “Biz bu haltı niye yedik?”

Radikal, 30 Ekim 2015

1 Kasım’da Davutoğlu hangi fikri temsil ediyor?

Seçim kazanmak bir fikrin temsilcisi olmakla mümkündür. 2002 Genel seçimlerinde Erdoğan “yenilenme” fikrinin temsilcisi olmayı başardığı için kazandı. 2007’de “kalkınma” fikrinin temsilcisi oldu. 2011’de ise “istikrar” fikrinin…

Benzer şekilde Obama, 2008’de sadece “değişim” fikrine odaklanarak devrim yapabildi. Keza 2012’de “ilerleme” fikriyle kazanabildi.

2016 ABD başkanlık seçimlerine yönelik önseçimde Cumhuriyetçi Parti’de yarışan 16 adaydan Donald Trump, “göçmenler” konusuna odaklanan bir kampanya fikrinin sahibi olduğu için yılların tecrübeli siyasetçilerini geride bırakabiliyor...

7 Haziran AKP kampanyasının bir fikri var mıydı? “Yeni Türkiye” seçmen için bir fikir miydi, yoksa sadece Erdoğan’ın kişisel kariyer planını mı tarifliyordu? “Onlar konuşur, AKP yapar” derken Davutoğlu kendisiyle ilgili bir şey mi diyor muydu, yoksa Erdoğan’la ilgili bir şey dediği için mi kaybetmişti?

7 Haziran kampanyasında Kılıçdaroğlu’nun fikri neydi hatırlayan var mı? Fikir “Emekliye çift ikramiye” miydi? Yoksa “Milletçe alkışlıyoruz” muydu? Fikri anlaşılamadığı için mi CHP tarihindeki en yüksek bütçeli kampanyaya rağmen Kılıçdaroğlu oy kaybetti?

Bahçeli 7 Haziran’da ne diyordu bilen var mı?

Peki Demirtaş’ın “Seni başkan yaptırmayacağız” cümlesindeki ana fikri unutabilen var mı?

Az konuşmak mı, her şeyi konuşmak mı?

Tüm bu örneklerden de anlaşılacağı gibi, seçim kampanyaları sadece ve sadece fikirlerin ve liderlerin yarışıdır. Lider bir fikri temsil etmenin ne demek olduğunu anlayabilir ve o fikre odaklanmayı başarabilirse seçimi kazanabilir.

Kendi pozisyonuna uygun olan basit ve temel bir “fikre odaklanmak” yerine her konuda konuşmaya yönelik bir strateji uygulayan her lider, sandıkta kaybetmeyi garantiler. İşin kötüsü, neden kaybettiğini de çoğu kez anlayamaz.

Davutoğlu ne yaptığını biliyor mu?

Aslında Davutoğlu, 1 Kasım kampanyası için başlangıçta “İlk günkü aşkla hadi bismillah” diyerek yola çıkmak istemişti ama, “hadi bismillah” lafı CHP’li Tanal’ın başvurusu sonucu YSK’ya takılınca “İlk günkü aşkla hep birlikte” diyerek kampanyasına başlayabildi.

AKP’nin 2002 seçimlerindeki sloganlarından biri de  “Adalet için, Kalkınma için, İstikrar için, Türkiye için, Tek Başına İş Başına”ydı. 13 yıllık  tek parti iktidarından sonra Davutoğlu yine “Tek başına iş başına” diyerek seçmenden oy istiyor.

Bunun anlamı, “benim sözüm, benim vaadim tükendi, bir arpa boyu yol gittim” demektir. 7 Haziran yenilgisinden sonra AKP içerisinde “fabrika ayarlarına dönmek”ten söz edenler, partinin son yıllardaki performansını mahcup da olsa eleştirenler vardı.

Ancak sonuçta şu ortaya çıktı ki, Davutoğlu ve partisi 2002’ye ancak slogan düzeyinde dönebilecek durumdalar...

Öte yandan, Davutoğlu “Sen ben yok Türkiye var” dediğinde de insanın aklına “Peki hangi Türkiye?  Yeni Türkiye mi Eski Türkiye mi?” sorusu geliyor ister istemez. Seçmenlerin en az % 60’ının “Yeni” ve “Eski” Türkiye biçiminde sözde bir ayrımın üzerinden kutuplaştırıcı politikalar ürettiğine inandığı AKP, 1 Kasım kampanyasında “Yeni Türkiye”yi unutmaya hazır bir görünüm sergilemek istiyor, ama, bir kez daha samimiyet duvarına tosluyor.

Davutoğlu’nun bu kampanyadaki en önemli sorunu, kendisine oy veren seçmenlerinin bile inanmadığı sözler ve pozisyonlarla kampanya yürütmeye çalışmasıdır. Kendine ait, kendini ve yapacaklarını tarif edebilen ve 1 Kasım seçiminin yapılma gerekçesini samimiyetle savunabilen bir fikrinin olmamasıdır.

O nedenle kampanyasında, tek ve güçlü bir ana fikir yerine, hemen her şey var. O nedenle her gün bir başka lider profili sergiliyor ve ne yapacağını bilemiyor.

O nedenle de, 7 Haziran CHP Seçim Bildirgesi'ndeki taktik vaatlerin bir bölümünü kopyalama yoluna gitti.

Özetle Davutoğlu, ülkeyi Erdoğan değil de kendisi “yönetiyormuş gibi” yapmaya dayalı bir kampanya yönetiyor… Bugünün verili siyasi ortamında tek başına bu fikir bile işe yarayacak gibi görünebilirdi ama, Davutoğlu’nun bu fikrin samimiyetine inanacak seçmen bulması dahi zor.

1 Kasım akşamı Davutoğlu’nun göreceği muhtemel fotoğraf

Türkiye seçim tarihi, seçmen davranışları ve seçmenlerin tarihi anlardaki demokratik refleksleri hakkında azıcık fikir sahibi olan herkes, Davutoğlu’nun bu seçimden zaferle çıkmasının imkansız olduğunu tahmin edebilir. Bunun için veriye bile gerek yok..

Bir lider; bırakın sağlam ve güçlü bir fikri, liderlik yaptığı kısa dönemde kendi kararlarını vermekten uzak olduğuna dair oluşan algıyı tersine çevirememişse… Ekonomideki riskli gidişe karşı bir varlık gösterememişse… Dövizin artışını durduramamışsa… Ülkenin kan gölüne dönmesini engelleyememişse… Ülkenin en köklü sorunu olan Kürt sorununu Arap saçına çevirmişse… Dış politikada aldığı stratejik kararların hemen hepsinin battığı tescillenmişse… O liderin kazanmasını sağlam ve güçlü bir “fikir” bile sağlayamaz.

Belki, güvenlik politikalarına dayalı bir korkutma kampanyasına bel bağlayarak seçmen tarafından ödüllendirilmeyi  bekleyebilir…

Ama bir iktidar partisi korkutma kampanyasına ihtiyaç duyuyorsa, kazanmak için değil, mutlak yenilgiyi geciktirmek için uğraşıyor demektir.

Yarın: Peki ya muhalefet partileri?

Radikal, 29 Ekim 2015

15 Ekim 2015 Perşembe

Ankara Katliamı ve "Kontrollü gerilim stratejisi"



Ankara Katliamı'nın gerçekleştirildiği gün, 10 Ekim Cumartesi akşamı NTV'de Oğuz Hakseverin yönettiği "Yakın Plan - Özel" programında, saldırının düşündürdüğü soruları dile getirdik.

Gerçekten neden oldu bu saldırı? Neden 10 Ekim? Neden bir Barış mitingi? Neden Ankara?

Güvenlik zaafiyeti var mıydı? İhmal mi, görevi savsaklama mı, kasıt mı? 

Onca kan, onca göz yaşının akmasının ardında "Kontrollü Gerilim Stratejisi" mi var?

Peki ya "Wag the Dog" tipi bir kampanya yapıldığı iddiaları?

14 Ekim 2015 Çarşamba

Katliam kurbanlarına tazminat


10 Ekim’de Ankara’da yaşadığımız ve tarihimize kapkara bir gün olarak geçecek olan “Kanlı Cumartesi”nin mağdurları şu an kendi başlarına olayın acısını yaşıyorlar. Acıları sonsuz ve bu acıların dinmesi kolay olmayacak. Çünkü son derece masum, barışçıl bir talep ile Ankara’ya gidip, Tren garında buluşmuşlardı ve istedikleri tek şey bu ülkede 7 Haziran’dan bu yana akan kanın durdurulması için kamuoyu oluşturmaktı.

Olay henüz taptaze ve herkes kendi acısıyla baş başa. Ama bu insanlar, bu ülkede devlet devlet olarak yapması gereken görevleri tam olarak yapmadığı/yapamadığı için hayatlarını kaybettiler, uzuvlarından oldular, kalıcı veya geçici olarak yaralandılar.

Dile kolay, 100’den fazla can kaybından ve 500’den fazla yaralıdan bahsediyoruz... Ateş düştüğü yeri yakıyor...

Hayatlarını kaybedenlerden aile reisi durumunda olanlar, bundan sonra ailelerine bakamayacak. Hayatlarını kaybeden öğrenciler, okullarını bitirip ailelerinin bütçesine katkı sağlayamayacak. Yaralı kurtulanların bir kısmının hayatı, bir daha eskisi gibi olamayacak. Bir kısmı belki kendine bile bakamayacak...

İşte tam bu noktada bir devletin gerçek bir devlet olup olmadığı konusunda önemli sınavlardan biri gündeme gelecek, gelmelidir: Kurbanlara ve ailelerine devletin yardım elinin uzatılması. 

Devlet, kendi yetersizliğinin sorumluluğunu yerine getirip, “terör mağdurlarına tazminat” kapsamında gereğini yerine getirecek mi? 

ABD ÖRNEĞİ

Örneğin ABD’nin 11 Eylül saldırısında “Yaralanan ve hayatını kaybeden her sivil için 250 bin ile 50 milyon dolar arasında tazminat ödenmiş 2.551 ölü ve 215 ağır yaralıya toplam 8.7 milyar dolar ödeme yapılmıştı.” 


Muhtemelen şu anda hiçbir kurbanın yada yakınının öncelikli meselesi bu değil. Ama olacak. Onlar düşünmese bile devletin düşünmesi gerekecek.  

Başbakan Yardımcısı Numan Kurtulmuş dün akşam saatlerinde bu konuda bir bakanlar kurulu kararından bahsetti ve "Ölenlerin yakınlarına maaş bağlanması, kamuda istihdam sağlanması, çocuklarına burs gibi yasanın emrettiği hususlarda ilgili adımlar atılmıştır" dedi. 

Umarız bu işlemler, yasal birer zorunluluk olmaktan öte, devletin, başlarına gelenlerdeki sorumluluğu dolayısıyla mağdurlardan özür dilediğini hissettirecek  bir yaklaşımla ve objektif maddi ölçütler içerisinde gerçekleştirilir.

Bırakın Ankara Katliamını, ülkemizde yaşanan herhangi bir terör olayı çerçevesinde konuşmak mağdur yakınlarının duyguları açısından oldukça hassas olmayı gerektiriyor. 

Ancak, başka devletlerin terör mağdurlarına tazminat meselesine nasıl yaklaştığını görmek ve o devletlerin sergilediği sorumluluk düzeyi ile Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ninkini kıyaslamak son derece öğretici olabilir. 

İNGİLTERE ÖRNEĞİ

7 Temmuz 2005 günü Londra’daki bombalı saldırılarda ölen 52 kişiden biri de bir Türk’tü. Bu nedenle, İngiltere Dışişleri Bakanlığı, Türkiye’nin Londra Büyükelçiliği’ne bir yazı gönderdi. 

İngiliz mevzuatına göre, “Bombalama olaylarında hayatını kaybedenlerin birinci derece yakınları, bombalama olaylarında fiziki olarak ciddi şekilde yaralananlar ve bombalama olaylarından psikolojik olarak etkilenenler olmak üzere üç kategoriden birinde yer alanların CICA’ya (Suça Bağlı Yaralanmaları Tazmin Kurumu - Criminal Injuries Compensation Authority) tazminat başvurusunda bulunabilecekleri”ni bildirdi.

Türkiye Cumhuriyeti Dışişleri Bakanlığı’nın sitesinde bu yazının resmi bir özeti bulunuyor. Bu yazıyı okumayı ve iki devlet arasındaki farkın bir nicelik farkı mı yoksa, nitelik farkı mı olduğuna karar vermeyi okura bırakıyorum.

7 Temmuz tarihinde Londra'da meydana gelen bombalama olaylarının mağdurlarına Suça Bağlı Yaralanmaları Tazmin Kurumu (Criminal Injuries Compensation Authority - CICA) tarafından tazminat ödenebileceğine dair, İngiltere Dışişleri Bakanlığınca Londra Büyükelçiliğimize iletilen yazıda,
  • Bombalama olaylarında hayatını kaybedenlerin birinci derece yakınları,
  • Bombalama olaylarında fiziki olarak ciddi şekilde yaralananlar ve
  • Bombalama olaylarından psikolojik olarak etkilenenler olmak üzere üç kategoriden birinde yer alanların CICA'ya tazminat başvurusunda bulunabilecekleri belirtilmektedir.

Bombalama olaylarında birinci derece yakınlarını kaybedenlere (anne-baba, eş, çocuk, birlikte yaşanan partner) temel ödeme olarak başsağlığı ödemesi (Breavement payment) yapıldığı belirtilen yazıda, bir kişi tarafından başvuruda bulunulması halinde başsağlığı ödemesinin 11,000 Sterlin, birden fazla kişinin başvurması  halinde ise her birine 5,500 Sterlin ödeme yapılacağı kaydedilmektedir.

Bombalama olaylarında hayatını kaybeden şahsa mali olarak bağımlı olan kişilerin mali kayıpları için tazminat başvurusunda bulunabilecekleri belirtilen yazıda, örnek olarak hayatını kaybeden kişinin çocuğunun tazminat başvurusunda bulunması halinde çocuğa 18 yaşına kadar yılda 2,000 Sterlin tazminat ödenebileceği ifade edilmektedir.

Yazıda, bombalama olayında hayatını kaybeden kişinin cenaze giderlerinin CICA tarafından tazmin edilebileceği ifade edilmektedir.

Bombalama olaylarında fiziki olarak ciddi şekilde yaralanan kişilere ilişkin olarak bahsekonu yazıda, bu kişilere durumlarına bağlı olarak 1,000 Sterlin ila 250,000 Sterlin arası ödeme yapılabileceği belirtilmektedir. Buna ilave olarak, bu kategoride yer alan kişilerin, en az 28 hafta işlerine bu sebeple devam edememeleri halinde, gelir kayıpları, tıbbi harcamaları ve bakım giderleri için CICA'dan tazminat alabilecekleri ifade edilmektedir.

Bombalama olaylarına bağlı travma geçirdikleri doktor veya daha ciddi vakalarda psikiyatrist tarafından tespit edilen kişilere ilişkin olarak ise bu kategorideki kişilere durumlarına bağlı olarak 1,000 Sterlin ila 27,000 Sterlin arası ödeme yapılabileceği belirtilmekte, ayrıca bu kişilerin en az 28 hafta işlerine bu sebeple devam edememeleri halinde gelir kayıpları, tıbbi harcamaları ve bakım giderleri için tazminat alabilecekleri ifade edilmektedir. 


Radikal, 14 Ekim 2015