“Pazarlamada
rekabet alanı iki kulağınız arasındaki 30 santimlik mesafedir” der Al Reis;
tüketici zihnini kast ederek. Siyasi pazarlamada da durum öyledir. Liderin bir
seçim kampanyasında bütün gayreti, seçmen zihninde kendine güçlü ve benzersiz
bir yer edinebilmek olmalıdır.
Bunun için de
iki yöntem vardır: Siyasi pazarın lideriyseniz yaptığınız her hareketle
liderliğinizi pekiştirmeye odaklanacaksınız. Muhalefetteyseniz olabildiğince cesur
davranacaksınız.
Bu basit formülden
dolayı ne yaptığının farkında olan siyasetçi, her fikrin sahibi olmaya çalışmaz.
Seçmen ihtiyaçlarının analizini ve zamanın ruhunu hesaba katarak, o seçim
döneminde oluşan en önemli beklenti alanının sahibi olmak için strateji
geliştirir.
İster dünya seçim tarihine bakın, ister Türkiye demokrasisinin
kazananlarını analiz edin, hep aynı sonucu görürsünüz: Seçmen zihninde önemli bir
fikrin temsilcisi olmayı açıkça başarmış olan lider, seçimi kazanır. Cesur
davranan muhalefet lider ise fark yaratacak bir atılım elde eder.
Tersini yapmaya
kalkışan, yani her fikrin sahibi olmaya çabalayan siyasetçinin sonu hüsran olur.
Bu pencereden bakınca, 1 Kasım seçimleri öncesi yaptıkları kampanyalarla
muhalif liderler hangi fikri temsil ettiler? Bu fikirlerin seçmen nezdinde ne tür
bir karşılığı mümkün olabilecek?
Paylaşılamayan vaat: Türkiye
Meclis’teki dört partiden üçü 1 Kasım
seçimlerine “Türkiye” diyerek girdi.
Kutuplaşma iklimini yarattığına inanılan en
önemli aktör olan AKP, “Sen ben yok, Türkiye var” diyerek işe
başladı. Bu sözünün içini nasıl doldurduğu, bu yolda nasıl değiştiği tamamen
meçhul olduğu için AKP aslında bir şey diyememiş oldu.
Son günlerde yayına soktuğu “Bu memleket bizim” filmiyle ise AKP, “söyleyecek sözün yoksa şarkı söyle” şeklindeki
reklamcılık klişeşinin yeni bir tekrarını yapmış oldu.
CHP de seçimlere “Önce Türkiye” diyerek
girmişti. Zaten bir süredir kendisini “Türkiye’nin Birleştirici Gücü”
olarak konumlama yoluna girmiş olan parti bu kez “Önce Türkiye” diyerek aslında
bir şey dememiş olmayı tercih etmiş oldu. Aslında “Önce Türkiye” CHP için bir fikirden ziyade slogandı. O kadar ki,
kampanyasında kenar süsü gibi işlev gördü.
Bir şey söylemeden seçime girme stratejisini
en açık ve “harbi” biçimde uygulayan ise “Sen, bilirsin Türkiye” diyen MHP oldu. Ancak parti, “Sen” ve “bilirsin” arasındaki virgülden de çok şey beklediğini göstermiş
oldu açıkçası.
MHP’nin parti olarak, Türkiye’ye “sen bilirsin” diyerek ‘posta koymadığını’, aksine Türkiye’nin
vicdanına ve kararına güvendiğini belli etmek için kendi kendini bir virgüle muhtaç
etmesi siyasal iletişim tarihimizin örnek vakaları arasına girmeyi şimdiden
garantiledi.
Üç partinin ortak fikri koalisyon…
Bu üç partinin 1 Kasım seçimlerine giderken
siyasal iletişimde “Topu Türkiye’ye
atmaları” ve pek de bir şey söylememeyi tercih etmeleri boşuna değildi
elbette. “Sen ben yok Türkiye var”, “Önce Türkiye”, “Sen,
bilirsin Türkiye” diyen partiler aslında stratejilerini savunma ve
benzerlik üzerine kurmuş oldular.
Bir başka ifadeyle, en yüksek ihtimalin
gerçekleşerek 1 Kasım seçimlerinin 7 Haziran’a benzer bir sonuç yaratması
durumunda, en azından kendi tabanlarını
koalisyona daha fazla hazırlamaya odaklanmış oldular. Koalisyon masasında
başları çok da ağrımasın istediler.
Bahçeli, 7 Haziran’dan sonra oluşan “hayırcıbaşı” algısını kırmak için son
haftalarda eline geçen her fırsatı sonuna kadar kullandı. Aslında kişisel
kampanyasını “Ben hiç bir zaman hayırcı
olmadım ki…” demeye getirdi.
Bütünüyle de “koalisyoncu” algılanmamak için…
Tabii bütünüyle savunmacı ve koalisyonu
gözeten bir yaklaşımla bir siyasi yarışı götürmek mümkün olamayacağı için bu üç
parti, kampanyalarına sos kattılar; başka şeyler de söylemeye gayret ettiler.
Başka şeyler söylemeye
çalıştıkça da birbirlerine daha çok benzediler. “Asgari ücret” şu kadar
olacak, “emekli maaşı” şu kadar artacak, “gençlere” şu kadar
fırsat sağlanacak vb…
“İlk günkü aşkla hep birlikte” diye kampanyasını başlatan Davutoğlu,
kendisinden kopup giden seçmeni partisinin “o eski AK Parti” olduğuna
ikna etmeye çalıştı. Ancak partisi içinde yaşanan onca kırılmadan sonra, partililerini
bile bu sloganla ikna edebilmesi zordu.
Ekonomik vaatlerini “Biz varız yaparız”
diyerek seçmene iletmeye çalışan CHP ile “Ülkenin geleceğine oy ver”
diyen MHP, hem fikren ve hem duygusal olarak yeterince güçlü olmayan
sloganlarla seçmene seslenerek rekabette “biz de varız” demeye çalıştılar.
Yalannnn…
Kampanyasını “Artık analar ağlamayacak
dediler – YALAN”, “Hukukun üstünlüğü dediler – YALAN” gibi
mesajlarla süsleyerek AKP’yi eleştiren MHP, bu üç parti arasında en “sert” dil
kullanan parti oldu. AKP ile MHP arasındaki oy geçişkenlik oranını düşününce de
MHP’nin bu yaklaşımının kendisi açısından doğru olduğu söylemek mümkün.
İki inatçı…
HDP, 1 Kasım seçimlerine “inadına” diyerek
giren ikinci aktör oldu. Evet, resmen “inadına” diyen başka bir kişi ya
da kurum görünmüyor ortada belki… Ama, toplumdaki yaygın kanaat, Türkiye’nin bu
“tekrar seçime”, önemli
ölçüde Erdoğan’ın inadı yüzünden
girildiği yolunda.
HDP işte bu inada cepheden karşılık verdi ve
aslında kampanyasını 7 Haziran’da kendisine başarı getirmiş “Seni Başkan
yaptırmayacağız” hattı üzerinden kurmuş oldu.
Farklı ve cesur tek fikir : “İnadına
beraber”
HDP, “O inat ediyorsa biz de inat ederiz”
mesajı vererek, Erdoğan rejimine karşı muhalefetin hakiki temsilcisi olduğuna
seçmeni ikna etmeye çalıştı.
HDP’nin “inadına” stratejisinin anafikri “İnadına beraber” sözünde kodlanıyordu.
HDP, bu sözle Türkiyelileşme stratejisini
pekiştirmekle kalmadı, aynı zamanda PKK ve
Kandil’e rağmen bir arada yaşama fikrini
de cesaretle savunmuş oldu.
HDP bunlara ek olarak “inadına” davranmanın
enerjisinden yararlanmaya da odaklandı. Reklam filminde “İnadına barış”,
“inadına dere”, “inadına ağaç” diyerek mesajını genişleten
HDP, madenci işçiyi göstererek “inadına
hayat” ve Bülent Arınç’ın kadınlar ve kahkahaya dair ünlü sözünü akla
getirecek biçimde “inadına kahkaha” da diyebildi.
Hangi fikir ne getirir?
Sadece 2 gün sonra bu fikirlerin ne getirip ne
götüreceğini hep birlikte göreceğiz. Kılıçdaroğlu’nun kampanyasının
değil ama, 7 Haziran sonrası sergilediği uzlaşmacı tavrının ve sorumluluk alıcı
politikalardaki ısrarının meyvelerini yiyeceğini söylemek için müneccim olmak gerekmiyor.
Benzer şekilde Bahçeli’nin 7 Haziran
ertesindeki uzlaşmaz tavrını değiştirme iradesi sergileyerek, partisini mutlak
bir felaketten kurtarmayı sağladığını kestirmek için de falcı olmak
gerekmiyor.
Yine siyaset, siyasi iletişim ve sosyoloji bilimlerinin
ışığında cesaretin ve odaklanmanın sonuç alacağını, Demirtaş’ın her türlü tuzak ve
iktidar saldırısını defedeceğini ve muhtemelen oylarını korumakla kalmayıp
artırabileceğini de kestirebiliriz.
Dünki yazımızda da işaret ettiğimiz gibi,
Davutoğlu her hangi bir fikre odaklanmayı başaramadığı için büyük ihtimalle sonuç alamayacak.
Daha doğrusu 1 Kasım akşamı, 7 Haziran seçimlerindeki oranı yakalayabilirse kendini
şanslı sayacak.
Ardından 2 Kasım sabahı hep birlikte soracağız: “Biz bu haltı niye yedik?”
Radikal, 30 Ekim 2015
Ardından 2 Kasım sabahı hep birlikte soracağız: “Biz bu haltı niye yedik?”
Radikal, 30 Ekim 2015
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder