Necati Özkan ve Seçim Zamanı

18 Haziran 2015 Perşembe

Biri sizi bir kez aldatırsa suç onundur. Fakat iki kez aldatırsa sizindir.


Bir işletme sahibi olduğunuzu düşünün. İşinizin gereği, bir yöneticiye ihtiyacınız var. Gazeteye veya İK sitelerine ilan veriyorsunuz. 15 -20 istekli başvuruyor. CV’lerine bakıyorsunuz, bir kısa liste yapıyorsunuz. Sonra kısa listedeki 5- 6 adayla mülakatlara başlıyorsunuz. Her biri, işiniz için en iyi yönetici adayı olduğunu anlatıyor. Adaylardan birini; eğitimi, referansları, konuşma stili, yaklaşımı veya vücut dilinden etkilenerek seçiyorsunuz. Kendinizden eminsiniz. En doğru adayı seçtiniz...

Yeni yöneticiniz çalışmaya başlıyor. Hem günlük rutininizle uğraşıyorsunuz, hem de yöneticinizi izliyorsunuz... İşinizi doğru yönetiyor mu? İşe girerken iddia ettiği gibi yetkin mi? İşinizin ihtiyaçlarını, sorunlarını, sıkıntılarını zamanında kavrayıp, zamanında çözüm üretebiliyor mu? Pazardaki gelişmelere ayak uydurabiliyor mu? İşinizi mi büyütüyor yoksa kendi cebini ya da yakınlarının cebini mi?... vs. vs.

Bir müddet sonra, şu veya bu nedenden dolayı yöneticinizin en doğru kişi olmadığını düşünüyor ve görevden uzaklaştırarak yola bir yenisiyle devam ediyorsunuz...

Buraya kadar her şey normal...

Zaman geçiyor, ikinci yöneticiden de memnuniyetsizlik duymaya başlıyorsunuz. Ve başka kimse yokmuş gibi, ilk yöneticinizi yeniden göreve çağırıyorsunuz... Belki ilkinde yeterince fırsat tanımadığınızı ya da adamı önyargıyla değerlendirdiğinizi düşünüyorsunuz. Her neyse... Adam yöneticilik görevine tekrar başlıyor.

Peki bir adamı kaç kez deneyebilirsiniz? Belki ilkinde tanımadınız; yanlış değerlendirdiniz... Ama ikinci kez görev verdiğiniz adamı artık, yeterince tanımış olmanız gerekmez mi? Hangi düzeyden olursa olsun, bir elemanınızın / yöneticinizin işine altı kez son verip, yedinci kez onu yeniden işe alır mısınız?

Vermem diyorsunuz değil mi?

Orta zekalı, orta ahlaklı, ortalama bir işveren, bir adamı en fazla iki kez dener, ona iki kez şans tanır. Eğer denediğiniz, bir adamı bıkmadan altı kez, yedi kez sınamaya kalkışırsanız, sizin zekanızdan kuşkulanırlar.

1991’deki seçim kampanyasında kullandığı olağan üstü vaatler içeren mesaj bombardımanı ve “Demokrat Baba” konumlandırmasıyla Süleyman Demirel’e yedinci kez işbaşı yaptıran seçmen kitlesi, tam da böylesi bir işveren konumu sergilemişti. Dahası, Demirel orada da kalmayıp, Cumhurbaşkanlığı makamına, seçmenin kendisini yedinci kez denemeye karar verdiği o kampanyayla yükselmişti.

Dünya siyasi arenasında nadiren görülen bu sonucu sağlayan şey neydi? Hangi sihirli güç, 1991’den sadece 4 yıl önce, siyasi yasakları kaldıran Referandum yapıldığında ‘tükenmiş’ zannedilen bir liderin cilasını yeniden parlatabilmişti. Kimdi bunlar ve ne vaat etmişlerdi de, seçmen yedinci kez aynı yöneticiyi denemeye karar vermişti?

1991 seçimlerinden hemen önce, çok uzun yıllar reklamcılık yapıp sonradan bu sektörden ayrılarak, bir tatil yöresine yerleşen eski sosyalist Zafer Ataylan, Axajans adıyla yeni bir reklam ajansı kurmuş ve Süleyman Demirel’in yeni imajını oluşturmakla görevlendirilmişti. Ataylan ve ekibi zamanın ruhunu doğru okudular. Seçmen, daha ileri bir demokrasi, daha toleranslı bir lider ve daha iyi bir hayat istiyordu.

Demirel’in kampanyası işte bu nedenle “Demokrat Baba” konumlandırmasıyla başladı. O tarihte 67 yaşında olan sağcı siyasetçi bu konumlandırmayla neredeyse solcu bir lider olarak pazarlandı.

Demirel Baba’mız “Bütün karakol duvarları camdan olacak” diyordu... “Toplumsal uzlaşma” diyordu... “Yeni Türkiye’de herkes hakkını alacak” diyordu... “Kalkınma yeniden başlayacak” diyordu... 38 havalimanı, 61.030 adet sağlık merkezi ve hastane, 6 hidroelektrik santral, 13 yeni demiryolu hattı, 11 yeni otoyol, İstanbul’a tüp geçit, 3 köprü diyordu... “İşsizlik sigortası” diyordu... “Karayolları beyaz olacak” diyerek ihalelerde dönen dolaplar nedeniyle ANAP döneminin en kirli kamu kurumuna dönüşmüş olan Karayolları Genel Müdürlüğü’ndeki yolsuzluklara son vereceğini söylüyordu vs...

Demirel’in kampanyası özgürlükler ve demokrasi yolunda o kadar ileri vaatler sunuyordu ki... Kampanyanın ekonomik önermeleri o kadar cazipti ki... Ortaya konan altyapı projeleri bir hükümet döneminde yapılması o kadar imkansız detaylar içeriyordu ki... Seçmenin bir bölümü muhtemelen “Bunların yarısı bile gerçek olsa yaşadık” diye düşündü ve 1991 genel seçimlerinde mührü Doğru Yol Partisi’nin (DYP) amblemindeki kıratın böğrüne bir kere daha bastı. Demirel’in partisi DYP iktidar ortağı oldu, kendisi ise 7nci kez başbakan!

Ne var ki, Demirel yeniden iktidar olunca vaat ettiklerinin neredeyse hiçbirini yapmadı. Doğrusu; kampanyasında ne vaat ettiyse her alanda tam tersini yaptı...

Demokrasi ve toplumsal uzlaşma alanında Demirel’in başbakanlığı ve ardından cumhurbaşkanlığı döneminde Türkiye, kendi tarihinin en karanlık dönemlerinden birini yaşadı. Sivas Katliamı’nda 33 aydınımız öldürüldü. Ardından Başbağlar katliamı yaşandı. Güneydoğu’da köy boşaltmaları, köylülere dışkı yedirmeler yaşandı. PKK ile mücadele adına “Devlet zaman zaman rutin dışına çıkabilir” şeklindeki Demirel’in sözüyle ortaya koyduğu iradesiyle “Jitem”, “Susurluk çeteleşmesi” vb. devlet içi çeteleşmelere gidildi... Doğu ve Güneydoğu’da faili meçhuller dönemi başlatıldı. Başta Uğur Mumcu olmak üzere çok sayıda aydın bu dönemde katledildi.

Ekonomik alanda ise, “5 Nisan Kararları”yla sadece devletin ilk iflas noktasına geldiği tescillenmedi, her bir vatandaş varlıklarını üçte birini bir gecede kaybetti. Gecelik faizler yüzde binlere dayandı.

Yolsuzluklar alanında ise koalisyon ortaklarının iki tarafı birden  ellerinden geleni artlarına koymadılar: “İSKİ” ve “İLKSAN” skandalları yaşandı. Demirel, İLKSAN skandalından sonra çıkıp “Verdimse ben verdim” deme genişliğini gösterdi.

Demirel,  tüm bunların üzerine “28 Şubat” sürecinde ise bu kez Türkiye’deki “demokrasinin rutinin dışına” çıkamasını organize etti.

Demirel’in başbakan ve cumhurbaşkanı olarak görev yaptığı o son dönemin ardından seçmen, merkez sağ siyasetten umudunu kesti ve daha sağa kayarak Milli Görüş geleneğinden gelen “İslamcı” siyasete iktidar yetkisi vermek zorunda kaldı. Son 13 yılda iktidarda bulunan AKP kadroları özetle, Demirel sayesinde iktidar olabildiler.

Belki de, Demirel’e 7nci kez başbakanlık ve ardından Cumhurbaşkanlığı yolunu açan 1991 DYP kampanyasının en trajik yanı, kampanyayı yapan Zafer Ataylan ve Axajans’ın başına gelenlerdir: Önce Demirel’in Zafer Ataylan’a olan kampanya borcunu ödemediği haberleri piyasaya yayıldı... Ardından Axajans’ın kapandığı duyuldu...

Son iki gündür kamuoyunda çok farklı Demirel portreleri çiziliyor. Biz de kendi penceremizden gördüğümüz Demirel’i; onun pek konuşulmayan yönünü anlatmak istedik. Bizim kültürümüzde ölenin arkasından olumlu konuşmak esastır, o nedenle yarın İslamköy’de toprağa verilecek olan Süleyman Demirel için yazdığım bu yazıyı olumlu bir temenniyle bitiriyorum: “Allah affetsin!”

(Bu yazıda “Seçim Kazandıran Kampanyalar” adlı kitabımızdan ve 1997 yılında bir konferansta yaptığımız konuşmadan yararlanılmıştır.) 

Radikal, 19 Haziran 2015


17 Haziran 2015 Çarşamba

Seçim sonrası hesapları, koalisyon pazarlıkları, Türkiye'nin yakın geleceği

15 Haziran Pazartesi günü, NTV'de Oğuz Haksever'in Yakın Plan programında seçim sonrası ortaya çıkan durum, siyasi partilerin durumu, kolaisyon pazarlıkları, kurulabilecek hükümetlerde siyasi partileri bekleyen durumlar ve "çözüm süreci" gibi konuları konuştuk. Aşağıdaki linkte bu programdan kesitleri bulacaksınız.



16 Haziran 2015 Salı

MHP pozisyonuyla kazandı

Siyasi partiler seçmenlerin hepsine birden yaranamazlar. Herkese yaranmaya çalışmak gerçekçi değildir. Çünkü toplumlar birbirleriyle çıkarları çatışan seçmen kitlelerinden oluşur.
Ülkedeki yönetim şekli ne olursa olsun, örneğin çalışanlarla çalıştıranların çıkarları birbiriyle çelişir. Ya da büyük sermaye ile orta ve küçük sermayenin çıkarları her zaman örtüşmez. Bazı seçmenler hak ve özgürlükler sonuna kadar geliştirilsin isterken, bazı seçmenler fazla özgürlüğün toplumu ve aileyi bozacağına inanır.
Her siyasi parti, varlık nedenini ve dayandığı seçmen tabakasını doğru anlamalıdır. Bir partinin kendi varlık nedenini unutması veya çekirdek seçmen kitlesinin asli taleplerine ihanet etmesi trajik sonuçlar doğurabilir. (7 Haziran’da CHP’nin aldığı sonuç buna örnektir.)
Eğer partinin güçlü bir seçmen tabanı varsa önce onları elde tutup, ondan sonra başka oyların peşine düşmesi akıllıca olur. Başka oylara gözünüzü diktiğinizde ise, henüz size oy vermemiş ama vermeye en yakın olan seçmen kitlerinden başlamanız gerekir. Çünkü, size yakın seçmen kitleleri arasında oyunuzu artırma ihtimaliniz, tümden rakip bir çevrede oy artırmaktan çok daha kolaydır.
MHP VARLIK NEDENİNE UYGUN DAVRANDI
İşte 7 Haziran Genel Seçimlerinde MHP’ye başarıyı getiren bu stratejik yaklaşım oldu. MHP kurulduğundan bu yana ekonomiye değil, güvenliğe odaklanmış bir parti. 90 öncesi, komünizme karşı kendini konumlamıştı. 90 sonrası ise PKK’nın başlattığı mücadeleye karşı ülkenin birliğini korumaya kendini konumlandı. MHP bu pozisyonunu değiştirip yeni ve riskli maceralara kalkışmadı.
7 Haziran öncesi MHP’ye yardım eden asıl konu, “Çözüm süreci” konusundaki belirsizlikler, AKP’nin tüm süreci gizli kapaklı yürütmesinin yarattığı endişeler ve HDP’nin görünen yükselişi oldu. MHP, pozisyonunu değiştirmek yerine derinleştirdi ve sonuç aldı.
“KUTSAL İTTİFAK” YERİNE “KENDİ İÇİNDE İTTİFAK”
Seçimlere yaklaşırken MHP tabanına yakın seçmenleri hedefleyen iki küçük partiden Büyük Birlik Partisi (BBP) ve Saadet Partisi’nden (SP) Genel Başkan Devlet Bahçeli’ye ittifak talepleri geldi. Bu partilere yakın kamuoyu ve entellektüel çevreler haftalarca ittifak konusunu işlediler.
Ama Bahçeli bu çağrılara olumlu cevap vermek yerine, kendi tabanını sağlama alacak bir ittifaka yönelmeyi tercih etti. Bahçeli muhtemelen 1991’de Türkeş’in, Erbakan ve Aykut Edibali ile yaptığı ve tarihimize “Kutsal İttifak” diye geçen sürecin sonuçta Milli Görüş geleneğinin kitleselleşmesine hizmet ettiğini bildiği için bu önerilere uzak kaldı.
Onun yerine daha önce kendisine karşı muhalif olmuş veya genel başkanlık iddiası sergilemiş olan Ümit Özdağ ve Koray Aydın başta olmak üzere Ülkücü Hareket’in çeşitli isimlerine yer vererek kendi tabanındaki muhtemel oy kaymalarının önüne geçti.
Devlet Bahçeli, eski Merkez Bankası Durmuş Yılmaz ve çatı aday Ekmelettin İhsanoğlu gibi kendi partisine ve seçmenine yakın isimleri de listesine alarak vitrine yeni isimler koymayı ihmal etmedi. Ama örneğin CHP’nin sağ ve muhafazakar sağdan çeşitli isimleri vitrine koyarak sağdan oy toplayacağını sanma naifliğini de göstermedi.
HEM NEGATİF HEM POZİTİF KAMPANYA
Her ne kadar seçim beyannamesi açıklandığında “ekonomik vaatler modasına” uymuş gibi görünse de, MHP kampanyası aslında ekonomi eksenli yürümedi. MHP bir yandan “Hatırla” diyen ilanlarla 17/15 Aralığı, Oslo görüşmelerini, Aksaray’ı vs. hatırlatarak AKP dönemini eleştirdi. Bu yönüyle negatif bir kampanya yürüttü.
Bir yandan da “Bizimle Yürü Türkiye” sloganıyla, AKP ve Erdoğan muhalifi cephenin lideri olmaya oynadı. 2014 yerel seçimlerinde çeşitli şehirlerde diğer muhalefet partilerinin seçmenlerinin o şehirdeki güçlü MHP adayını desteklemesi gibi bir durum yaşanmıştı. MHP, 7 Haziran kampanyasıyla benzeri bir durumun bu kez Türkiye ölçeğinde yaşanmasını hedefledi. Diğer muhalefet partilerinin seçmenlerine ve bu arada kendisine en yakın pozisyonda olan BBP ve Saadet tabanına, “Bizden olmanıza gerek yok ama, AKP’ye karşı bizimle yürüyün, birlikte sonuç alalım” mesajı vermeye çalıştı. Benzer şekilde AKP tabanındaki milliyetçi duyarlığı yüksek olan seçmen kesimleri MHP’nin ana hedef kitlesi oldu.
7 Haziran’da seçmenin, sonuç almaya odaklı, taktik oy kullanma eğiliminde bir güçlenme olacağı görülüyordu. Seçmen MHP’nin koalisyon ortağı olma ihtimaline inandıkça Saadet ve BBP’nin “Milli ittifak”ı güç kaybedecekti. Öyle de oldu. Milli İttifak, beklenenden daha düşük oy aldı.
MHP yukarıda anlatılan pozisyonu gereği, yeni hiçbir şey söylemese, hiçbir şey vaat etmese bile, sadece HDP’nin yükselmesi nedeniyle oylarını artırabilecek bir partiydi. MHP;  AKP ile HDP’yi ortak bir sepete koyarak ve ikisine birden sert bir karşı duruş sergileyerek oyunu artırmaya çalıştı. Bunun da seçmende belirli ölçüde bir karşılığı olduğu için sonuç alabildi: Hem oylarını % 16,3’e artırdı, hem de meclisteki koltuk sayısını 79’a çıkardı…
Bu yazıyla birlikte, 7 Haziran Genel seçimlerini siyasal iletişim ve strateji penceresinden değerlendiren 5 günlük diziyi tamamlamış oluyoruz.
Radikal, 14 Haziran 2015

Demirtaş ve "Strateji" kazandı

Pek çok kesimden yükselen itirazlara rağmen otoriter bir başkanlık rejiminin; “Yeni Türkiye” ambalajıyla ülkeye dayatılması seçimin sonucunu belirleyecek seçmen kesimlerinde derin bir korku yaratmıştı. Ekonomik programa yönelmeyi seçen CHP’nin aksine HDP, bu korkuya cevap verdiği ölçüde kazanacağını erkenden kavradı.
HDP’nin seçim stratejisi, tam da bu nedenle   korku odaklı bir iletişim perspektifi üzerinde şekillendi. “Ya HDP barajı geçemezse, düşünün neler olur?” 
Sözkonusu olan,  gerçekçi bir korkuydu ve oluşması muhtemel Meclis aritmetiği dolayısıyla HDP bu korkuya neredeyse matematiksel kesinlikte bir çare de önerebilmekteydi.  Bu nedenle HDP  kampanyası, odağına seçmenin korkularını aldı ama korku – umut dengesini de makul bir düzeyde tutmayı başardı.
Açıktı ki,  daha da baskıcı bir “Erdoğan rejimi”ne geçme korkusu seçmenlerin bir kısmına “HDP’ye evet” dedirtecekti. Ama aynı zamanda geçerli ikinci bir korku daha vardı: “Ya HDP,  Erdoğan’la gizlice anlaştıysa? Ya da seçimden sonra anlaşırsa?” Bu korku da kararsız seçmende “HDP’ye hayır!” eğilimini güçlendirebilirdi.  Bu nedenle Selahattin Demirtaş çıktı; basit ve etkili bir şekilde tek bir cümleyle Erdoğan’a “Seni başkan yaptırmayacağız”dedi. HDP kampanyası o gün en önemli eşiği atlamıştı.
HDP seçmen korkularına dayalı bu stratejiye odaklanmakla kalmadı, Eşbaşkanı Selahattin Demirtaş ve diğer parti sözcülerinin ağzından defalarca verilen söze ihanet edilmeyeceğine ilişkin açıklamalar yaptı. HDP sözcüleri kararsız seçmenin ikna edilmesinin bu ikinci korkunun aşılmasına bağlı olduğunu anlamıştı.
Pazarlama literatürüyle ifade edecek olursak, HDP’nin barajı aşmaya odaklı konumlandırması basit ve netti: “Erdoğan’ı durdurabilecek tek parti!”
DEMİRTAŞ, ERDOĞAN’A KARŞI KAZANDI
Bu açıdan bakıldığında, 7 Haziran genel seçimleri aslında iki kişi arasında geçti diyebiliriz: Kendisi için tasarlanmış bir “sözde Başkanlık rejimini”kurmak için “400 milletvekili verin ve bu iş huzur içinde çözülsün” diyen Recep Tayyip Erdoğan ile Meclis kürsüsüne çıkıp “Seni başkan yaptırmayacağız” diyerek inen Selahattin Demirtaş arasında…
42 yaşında genç bir lider olan Selahattin Demirtaş 7 Haziran seçimlerinde karizması ve sempatisiyle, siyaset yapma üslubuyla partisine fazladan oy kazandırabilen tek lider oldu. HDP ile birlikte bu seçimde oyları artan diğer bir parti de MHP’dir, ancak  bu artışta Bahçeli’nin liderliğinin etkisinin önemli bir unsur olduğunu söylemek zor. 
EKONOMİK VAATLER
Seçmen tercihlerine ilişkin olarak söylenen “Seçmen cebindeki paraya bakar” genel tespiti doğrudur ancak, olağan koşullar altında doğrudur.  Pek çok seçmen segmenti için 7 Haziran’ın normal bir seçim olamayacağı açıktı. Ayrıca, 17 – 25 Aralık soruşturmalarından sonra ortaya çıkan durum nedeniyle, AKP seçmen dönüp cebindeki paraya bakmasın diye olağanüstü koşullar yaratmaya çalışıyor ya da bu algıyı güçlendirmeye çalışıyordu.
HDP barajı geçerse, “HDP’liler Türkiye’yi çok iyi yönetirler, hayatımızı muazzam iyileştirirler” inancından dolayı geçmeyecekti. Buna rağmen “Ekonomik Vaatler”de bulunmaktan geri durmadı. Çünkü bu vaatler belki kimsenin oy tercihini etkilemeyecekti ama, HDP’nin bir Türkiye partisi olarak algılanmasını pekiştirecekti.

YENİ KİMLİK KONUMLANDIRMASI : “BİZ’LER MECLİSE”

Asgari ücretin 1800 lira olması gibi somut ekonomik vaatler içerse de HDP kampanyasının “umut” boyutu  bir “kimlik siyaseti” stratejisi üzerinde yükseldi. Ancak bu, bugüne kadar alışık olduğumuz türden ayrılan bir kimlik siyasetiydi. Burada “çoğul kimlikler” yani “bizler”merkezi bir yer tutuyordu. Ve bütün kimlikleri içermeyi öneren, bütün kimlikleri eşitlemeyi vaat eden bir dil kullanılıyordu. Bu vaat, demokrasinin sıcak yüzüydü.

Makul bir korku – umut dengesinin de bir gereği olarak, HDP şarkılı türkülü, güleryüzlü bir reklam kampanyası yürüttü. O kadar ki TV filmlerinde iki eş başkanı halay çekerken ya da hiç konuşmaksızın HDP seçim şarkısı eşliğinde gülümserken bile gördük. HDP halay çeken eş başkanlar filmiyle, CHP’nin 2014 yerel seçimlerindeki, belediye başkan adaylarının hep birlikte “Hayat Bayram Olsa” şarkısını söylediği reklam filminden sonra, “güleryüzlü, insana umut veren bir siyaset” mesajı verme yolunda yeni bir örnek oluşturdu.
Selahattin Demirtaş’ın kendisi de, HDP kampanyasındaki mesajlarla uyum içerisinde bir performans sergiledi. Seçmen, Demirtaş’ı ekranlarda gördükçe HDP’nin Türkiyelileştiğine, bir Türkiye partisi olma yoluna girdiğine daha fazla ikna oldu.
SAMİMİYET, TEVAZU, ESPRİ, HAZIRCEVAPLIK
Selahattin Demirtaş, samimiyetiyle, tevazusuyla seçmenin gönlünde, partisinin aldığı oyun üzerinde bir yer kazandı, geniş kesimler tarafından sevildi. 
Sosyal medyada, sevenleri arasında “Selocan”, “Selo başgan” gibi lakaplarla da çağrılan Demirtaş hiç şüphesiz yeni seçmene ulaşma yolunda sosyal medyayı en etkin kullanan liderdi. Bizzat kendisinin yazdığı anlaşılan tweet’lerle sosyal medyanın ruhuna ve imkanlarına en uygun biçimde davrandı.
HDP bu kampanyada barış yolunda ilerleme kararlılığını gösterdi ve kendilerinin de farkında oldukları gibi, dikkate değer ölçüde emanet oy aldı. Ne var ki bu kampanya dönemindeki dilini ve kapsayıcı yaklaşımını koruyup geliştirdiği ölçüde HDP’nin bu emanet oyları kalıcı hale getirmesi ve yeni seçmenler kazanması kuvvetle muhtemel.
KÜRT SİYASETİNİN ARTIK YENİ BİR LİDERİ DAHA VAR
Bir partinin üst yönetimi kaç kişiden meydana gelirse gelsin, partinin ideolojisi ve programı ne olursa olsun sonuçta seçmen lidere oy verir. Lider, partisinin ideolojisini, programını, vaatlerini seçmenin anlayacağı, sevebileceği ve ikna olabileceği şekilde anlatabildikçe lider olur.
Selahattin Demirtaş, 7 Haziran’da elde ettiği sonuçla Kürt siyasi hareketinin kaderini değiştirmeyi başardı. Kürt siyasi hareketinin son 10 seçimde alabildiği ortalama 5,1’lik seçmen desteğini %13.1’e çıkaran asli güç oldu.
Demirtaş bu performansla Kürt siyasi hareketi içerisindeki rüştünü de ispat etmiş oldu. Başlangıçta liderliği çok da istenmediği halde (Demirtaş’ın BDP’de kalması iradesi sergilendiği ve bu nedenle BDP’den ayrılan son kişilerden biri olduğu hatırlanırsa) HDP’yi bir etnisite partisi olmaktan çıkarıp Türkiye partisi haline getirdi ve büyütüp önünü açtı.
Demirtaş’ın bu muazzam başarısı, silahlı mücadeleyi başlatan ve halen dağda elde silah beklemeye devam eden kadroların varlığını Kürt seçmenler nezdinde de daha fazla sorgulanır hale getirdi. 

Demirtaş artık “Erdoğan’ı durduran”,  “çözüm süreci”ni güçlendiren ve toplumu kalıcı barış yolunda umutlandıran güçlü bir aktör olarak siyaset sahnesindedir.
Radikal, 13 Haziran 2015

15 Haziran 2015 Pazartesi

CHP, 7 Haziran’ın ruhunu kavrayamadı

Modern siyasi iletişim disiplininin kurucu babalarından Joe Napolitan “Her seçim aynıdır. Her seçim farklıdır” der. Napolitan, bu sözüyle süreçler ve kurallar itibariyle her ne kadar birbirinin aynı olsa da, her seçimde başka bir toplumsal ruhun egemen olduğunu anlatmak ister. Bir diğer anlatımla, her seçimde farklı bir toplumsal sıklet merkezinin baskın olacağını ve seçimlerde başarılı olmak için bu ruhun iyi analiz edilmesi gerektiğine işaret eder.

Seçim kampanyaları ile ilgili bir diğer konu, seçmenlerin % 80 civarındaki ağırlıklı kesiminin seçimlerden 6 ay önce kararlarını vermiş olmalarıdır. Dünyanın hemen her demokrasisinde üç aşağı beş yukarı tablo böyledir. Özetle, partilerin çekirdek seçmenleri, kampanyalar başlamadan aylarca önce kararlarını kesinleştirmiş olurlar. Seçimlerin sonucunu ise “yüzer gezer oylar” denen “kararsızlar” veya oy vermeyi düşünmeyenler belirler. Kararsızları ikna edebilen veya oy vermeyi düşünmeyen seçmenleri motive edebilen seçimi kazanır.

CHP STRATEJİDE HATA YAPTI

CHP işte bu iki ana konuda hata yaptı. 7 Haziran seçimlerinin ruhunu kavrayamadı. 7 Haziran seçimlerini normal zamanda yapılan normal bir seçimmiş gibi gördü. Seçimin sonucunu belirleyecek olan seçmen kesimlerindeki “rejim korkusunu” es geçti ve ekonomiye odaklandı. “AKP hep ekonomiyle kazandı, biz de aynı yolu izlersek kazanırız” diye düşündü.

Kendi seçmen tabanının ana meselesini tümden bir tarafa bırakıp, yeni seçmen kesimlerini fethetmeye odaklandı. Kendi çekirdek seçmen tabanında ortaya çıkan HDP’ye kayma riskine karşı tedbir almadı. Sonunda “Dimyat’a pirince giderken evdeki bulgurdan oldu”

“MİLLETÇE ALKIŞLIYORUZ”

7 Haziran kampanya döneminden aklımızda kalanlar arasında örneğin Aydın’da, Mersin’de, Iğdır’da, Mardin’de Davutoğlu’na, Erdoğan’a sırtını dönen HDP’li seçmenler, özellikle de kadınlar da var. Bu seçimde sırtını dönmek, iktidara yönelik sivil tepkinin sembolü oldu. Oysa kampanya döneminin başında seçmenin“milletçe alkışlaması” bekleniyordu. Bu beklentinin kaynağı da CHP’nin başlangıçta ciddi bir merak uyandıran “Milletçe alkışlıyoruz” temalı reklam kampanyasıydı.

MERAK UYANDIRMAK BAŞKA, İKNA ETMEK BAŞKA

Cumhuriyet Halk Partisi’nin ne kadar naif bir beklenti içinde olduğunu görmenin en iyi yolu CHP’nin 7 Haziran seçimleri için hazırladığı “Parti İletişim İlkeleri” broşürüne bakmaktır. Bu broşürde “CHP’nin seçim kampanyasının iki aşaması vardır. Birinci aşamada’Milletçe alkışlıyoruz’ ana başlığı ile ülkeyi yaşanmaz hale getiren zihniyet protesto edilecektir” denildikten sonra alkış süreci tanımlanmaktadır.

Biraz uzun bir alıntı olacak ama, liderleri ve partileri sadece birer marka ya da ürün, seçmeni de bir müşteri  gibi gören, siyasetten ve siyasal davranışın dinamiklerinden habersiz bir iletişim anlayışının siyaset ve sosyoloji karşısındaki sefaletini bu kadar net gösteren pek az metin bulunabilir. Şöyle diyor CHP Parti İletişim İlkeleri Broşürü:

“…..  CHP, milletle birlik olmuş ve ülkenin bugünkü sıkıntılı halinden sorumlu olan ‘malum zihniyeti’ görülmemiş bir şekilde protesto etmeye karar vermiştir. Toplumsal bir hareket şeklinde gelişecek protestonun açılımı ‘alkışla protestodur’.

CHP’nin başlatacağı bu protesto alkışının toplumsal bir değer kazanarak, ülke çapında, büyük,yaygın, sürekli bir gösteriye dönüşebilmesi için tüm parti örgütü kendi seçim bölgesinde, her fırsatta ‘protesto alkışı’ başlatmalı ve halkın da alkışa katılımını teşvik etmelidir.

Protesto alkışı başlatmanın yeri ve zamanı yoktur. Stadyumda, meydanda, otobüste, evde, sinemada, sokakta, restoranda, cafede, durakta, parkta, mağazada, alışveriş merkezinde, spor salonunda, tren garında, otobüs terminalinde, iskelede, havaalanında, uçakta,  benzincide, trende, pazar yerinde akla gelebilecek her yer ve durumda, küçük büyük her ölçekte insan kitlesiyle protesto alkışı başlatılmalı ve katılım teşvik edilmelidir.

Protesto alkışı yaklaşık 120 saniye sürmelidir.”

MİLLETÇE ALKIŞLAYAMADIK!

Hepimizin de bildiği gibi, 2015 seçim kampanyası boyunca otobüste, sinemada, restoranda, alışveriş merkezlerinde, tren garlarında seçmen, milletçe alkış koparmadı ve bu “ironik alkış” işi, CHP’lilerin çok sınırlı bir kısmının kendi aralarında yapmaya gayret ettiği eğreti bir davranış olarak tarihteki yerini aldı. (Bu kampanya döneminde CHP’nin siyasal iletişim tarihine geçecek bir başka eğreti işi de Kılıçdaroğlu’nun seçim vaatleri arasından birini notere tasdikletmesi oldu.)

Ancak gerçek bir toplumsal dinamiğin üretbileceği bir toplu seçmen davranışının, -  alkışın saniyesine kadar - parti genelgeleriyle yaratılabileceğine bu denli safça inanabilmek insanın aklına ünlü bir sözü getiriyor: “Bu kadar cehalet ancak tahsille mümkün olabilir.”

STRATEJİ YOKSA; KAMPANYA KURU GÜRÜLTÜDÜR

Bu seçimde CHP’nin iletişimini üstlenenler bir parça yakın tarihe meraklı olsalar, 25 Ocak 2011 günü, yani 2011 genel seçimlerinden birkaç ay önce Kemal Kılıçdaroğlu’nun şu açıklamayı yapmış olduğunu hatırlayabilirlerdi: “Mitinglerde ıslık çaldıracağız. Recep Bey’den korkmadan herkes ıslık çalabilir. Sloganımız da bellidir,‘Bir ıslık da sen çal". ( http://www.haberturk.com/gundem/haber/594937-iste-chpnin-secim-slogani )

Evet, CHP 2011 kampanyasında da seçmene “milletçe” ıslık çaldırarak güçlü bir protesto havası  yaratmayı hayal etmiş, hatta bu amaçla “Bir ıslık da sen çal” şarkısı kullanılmış ancak ilk denemelerden sonra bu “parlak” fikrin tutmadığı görülmüş ve rafa kaldırılmıştı. CHP’nin dört yıl sonra ıslık çalmaktan gele gele alkışlamaya gelebilmesindeki hikmeti bulabilen olursa, bize de bildirsin…

İşin en acınılacak yanı bütçe kullanımıyla ilgili olan yanıydı. CHP’nin kampanya bütçesinin en az yarısı bu alkış işine harcandı. Mutsuz insanlardan oluşan CHP castingi, kimi ve neyi alkışladıkları belli olmadan, ekranlarda haftalarca habire alkışlayıp durdular. “Milletçe alkışlıyoruz” kampanyası bir kez daha kanıtladı ki, stratejisi olmayan kampanya kuru gürültüden ibarettir.

Daha da tuhafı, CHP mitinglerinde Genel Başkan Kılıçdaroğlu’nun konuşmaları arasında davul sesi efektlerinin kullanılmasıydı. Kalitesiz esprileri seyirciye yutturmak için Hollywood’un stand up komedilerinde gülme efekti koymasından ilham alan bu uygulama, Kılıçdaroğlu’nun konuşmalarının etkisini artırmadı, azalttı.

“YAŞANACAK BİR TÜRKİYE”

CHP kampanyasının ikinci aşamasını ise “Yaşanacak Bir Türkiye”sloganı ve bu sloganın altını dolduran somut vaatler oluşturuyordu. CHP seçim beyannamesinin detayları olan asgari ücretin 1500 TL’ye çıkarılması, emeklilere iki maaş ikramiye, kredi kartı borçlarından faizin affedilmesi gibi somut vaatler doğal olarak seçmenin dikkatini çekti. CHP bu vaatler sayesinde kamuoyunda daha önceki genel seçimlerde ulaşamadığı kadar yüksek düzeyde bir ilgi yarattı, CHP’nin bu tercihi övgüye değer bulundu.

Ne var ki bu ilgi oya dönüşmediği gibi, CHP 2011 genel seçimlerine oranla yüzde 1 oy kaybetti. Aslında 2011 seçimlerinden sonra oy kullanma hakkı kazanan 3.600.000 yeni seçmenden, CHP’nin payına düşen minimum 900.000 (%25) seçmen düşünüldüğünde CHP’nin kaybı çok daha fazladır.

CHP tarihindeki en ekonomik vaatlerle dolu kampanyasının, herhangi bir duygusal çekicilik içermeyen masa üstü filmlerle heba edilmesi de bir başka sorun oldu. (2011 Genel Seçimleri ve Cumhurbaşkanlığı kampanyalarını da yöneten CHP’nin seçim kampanyaları “gurusu” Erdoğan Toprak ve muhafazakar sağdan oy getirmesi umuduyla transfer edilen Mehmet Bekaroğlu’nun onca bütçeye rağmen tek bir oy bile kazandırmayan bu kampanyayı nasıl savundukları merak konusu.)

CHP SÖYLEDİKLERİYLE DEĞİL, SÖYLEMEDİKLERİYLE TAKDİR GÖRDÜ

Çünkü ilgi çeken, övgüye değer bulunan asıl şey, vaatlerin kendisinden çok, CHP’nin bu vaatlerden başka şeyleri konuşmamaya gayret ediyor olmasaydı. CHP aslında bu kampanyada söylediklerinden çok söylemediklerinden ve yapmadıklarından dolayı takdir gördü. Örneğin, “kavgacılığı” bıraktığı için, katı bir laiklik anlayışıyla davranmadığı için, ilgiyi ekonomik vaatlere çekerek kendi içerisindeki fikri ve ideolojik dağınıklığı sergilemediği için CHP kampanyası başarılı kabul edildi. CHP’nin ekonomik vaatleri temelde bir maske olarak işlevli oldu ve CHP’nin çeşitli konulardaki belirsiz tutumlarının seçmenin gözünden saklanmasını sağlayabildiği ölçüde işe yaradı. 

CHP’nin geleneksel tabanı içerisinde örneğin “çözüm süreci” konusunda tam bir MHP’li gibi düşünenler olduğu gibi, adeta bir HDP’li gibi düşünen kesimler de vardır. CHP’nin geleneksel tabanı içerisinde, örneğin Diyanet İşleri Başkanlığının kaldırılması gerektiğine inanan kesimler olduğu gibi, devletin dini kontrol etmesinin bir zorunluluk olduğuna ve Diyanet İşleri’nin çok olumlu bir işlevi olduğuna inanan kesimler de vardır. Bu gibi “netameli”meselelerde net bir duruş, ilkeli bir tutum sergilemeden, durumu idare etmek, parti tabanındaki farklı hassasiyetlerin nabzına göre farklı şerbetler vermek bir süredir CHP yönetim anlayışının ana karakterlerinden birini oluşturmaktadır. 

CHP’nin bu kampanyada ekonomik vaatlere odaklanması da işte bu yönetim anlayışının bir uzantısı olarak işlevli oldu. Ekonomik vaatler konuşulduğu müddetçe,“netameli” konulara girmeye de gerek kalmıyordu. Bu konular konuşulmayınca da eldeki oyu tutabilmek mümkün oluyordu. 

“BENİM ADIM KEMAL; KAYNAK BENİM”

Ancak seçim sonuçları artık Kılıçdaroğlu’nun şahsında simgeleşen bu yönetim anlayışıyla CHP’nin her zamanki oy tabanını belki koruyabileceğini ama, asla anlamlı ölçüde artıramayacağını bir kez daha gösterdi. Çünkü bu samimi, güçlü ve cesur bir liderlik tarzı değildir ve seçmen bu özelliklere sahip olmayan bir liderin ardından ancak çaresizlik nedeniyle gider.

Bütün olumlu insani özelliklerine ve iyi niyetine rağmen Kılıçdaroğlu’nun samimi, güçlü ve cesur bir lider olarak algılanmaması CHP’nin bu seçimlerdeki ekonomik vaatlerinin seçmen üzerindeki etkisini de doğal olarak etkiledi. Kılıçdaroğlu’nun imajındaki aşınma,CHP’nin ekonomik vaatlerinin seçmen nezdindeki kredisini de olumsuz etkiledi. Bundan önceki seçimlerde, ekonomik  vaatlerinin kaynağını  ünlü “Benim adım Kemal, kaynak benim” sözüyle ‘açıklamayı’ tercih etmiş bir Kılıçdaroğlu’nun aslında gerçek bir hesap kitap adamı, çok iyi bir maliyeci olduğuna seçmeni inandırmak pek kolay değildi; zaten mümkün de olamadı.

CHP’NİN AKP’DEN FARKI

Ayrıca CHP’nin bu seçimlerde ekonomiyi  gerçekten konuşup konuşmadığı, konuştu ise AKP’den farkını ne ölçüde ortaya koyabildiği de sorgulanması gereken önemli konular. Örneğin CHP’nin ekonomik vaatlerine atfettiği değere ve öneme bakınca (Örneğin “yoksulluğu sıfırlamak” gibi) insan rahatlıkla Türkiye’nin aslında hiç de fena bir noktada olmadığını düşünebilirdi. Ekonomi öyle bir noktadaydı ki, bizzat Kılıçdaroğlu’nun“çok da fazla kaynak gerektirmediğini”söylediği birkaç iyileştirme tedbiriyle bütün ülkedeki yoksulluğu sıfırlayabiliyorduk.

CHP’nin anlattığı ekonomi hikayesi topluma adeta şu mesajı veriyordu: “Endişe etmeyin, ekonomide öyle çok önemli, büyük meseleler yok. Bizim iktidarımızda hiç kimsenin canı yanmayacak.  Ali Babacan’ın bir miktar daha insaflı davrandığını düşünün; onun gibi bir şey yapacağız.” Bu haliyle de CHP’nin ekonomiye dair hikayesi aslında seçmenin önemli bir bölümünün iç dünyasında yeni bir CHP iktidarından çok “eski AKP’ye özlem” hissi yaratıyordu.

ÇILGIN PROJE Mİ, “MERKEZ TÜRKİYE” Mİ?

CHP’nin seçmene anlattığı ekonomi hikayesi o kadar AKP’yi andırıyordu ki, özü itibariyle kimi önemli farklar içerse de “Merkez Türkiye” projesi de “bir tür çılgın proje”olarak algılandı. Çünkü , zamanlaması ve sunum biçimiyle, uzun vadesiyle, vaat ettiklerinin hacmiyle “Merkez Türkiye” projesi tam “AKP tarzı seçim kampanyasının”klasik parçalarından biri gibi duruyordu.

Kamuoyunda yeterince konuşulup tartışılmasına izin verilmeden, son anda büyük bir sürpriz, bir bomba proje havası yaratılarak sunulan, tam olarak nerede hayata geçeceği belirsiz  bu proje seçmenin zihninde CHP’nin diğer ekonomik vaatlerinin güvenilirliğini de aşındırdı. “Çılgın” mı gerçekçi mi olduğundan bağımsız olarak, “rakipler çalmasın diye” son dakikaya saklanan devasa projelerin kampanya ritüellerinden biri olarak “seçim normalleri” arasına girmesinin siyasetin toplam güvenilirliği açısından olumlu bir gidişatı ifade ettiği de söylenemez.

SEÇİMLERİ PROJELER DEĞİL; LİDERLER KAZANIR

Bu gibi nedenlerle, CHP ekonomik vaatlerinin sayesinde anlamlı bir oy kazanamadığı gibi, oy kaymalarını da önleyemedi. Örneğin CHP’nin ekonomik vaatleri, partinin kendilerinin sorunları  konusundaki tutumunu yeterince tatmin edici bulmayan Alevilerin CHP’den HDP’ye yönelmesini önleyemedi. Önseçim sayesinde kendi içindeki Alevi tabana CHP içerisinde nispeten daha etkili olma fırsatı tanınmamış olsaydı, bu yönelişin çok daha fazla olacağı açıkça görülüyordu. Ve bu yönelişi Alevilerin “stratejik oy” kullanmasıyla açıklayabilmek mümkün değildi.

CHP’nin ekonomik vaatlerinin aslında partiye önemli ölçüde oy kazandırdığı fakat baraj sorunu yüzünden HDP’ye stratejik oy veren CHP’liler nedeniyle bu oyun sonuçlara yansımadığı bu seçimin efsanelerinden biri. Bu açıkça bir efsane çünkü, CHP’nin artırdığı varsayılan oyunun aslında ne ölçüde artmış olduğu ve bu oyun hangi partilerden gelmiş olduğu konusu bütünüyle muamma. CHP’nin, kendi seçmeninin stratejik oy kullanması nedeniyle kaybetmiş olabileceği oy oranının en iyimser yaklaşımla yüzde 2 civarında olduğunu tahmin ediliyor. Yani en iyi koşullarda bile CHP,  2011’e göre oylarını en fazla yüzde 1, 1,5 artırmış kabul edilebilirdi ki bunun, iktidarın yüzde 9 oy kaybettiği bir seçimde ana muhalefet partisi için bir başarı sayılamayacağı ortada.

Sonuç olarak, Dünya siyasal iletişim literatürünün en ünlü anekdotlarından biri olan, “it’s the economy, stupid” sözünün verdiği mesaj doğrudur ama eksiktir. Seçmen elbette cebine girecek paraya bakar ama parayı verenin hangi düdüğü çalacağından da emin olmak ister.

Koalisyon ortağı olmayı başaramazsa, CHP’yi sıcak bir yaz bekliyor olacak.

Radikal, 12 Haziran 2015