Türkiye’nin son 35 yılına
damga vuran iki temel korku var. Bu iki korku, 35 yıl boyunca hemen her seçimde
etkili oldu ve hepimiz için zamanın akışını değiştirdi. Bu korkular şunlardı: 1.
Ülkem parçalanacak mı? 2. Ülkemin rejimi değişecek mi? İlki PKK’nın,
ikincisi İslamcı hareket ve siyasi partilerin neden olduğu korkulardı.
Her iki korkunun da
toplumda bu kadar baskın olmasının rasyonel dayanakları vardı. Bu nedenle onca
yıla rağmen her iki korku da toplumun derinliklerinde güçlü şekilde var olmaya
hala devam ediyor.
Bu korkulardan ilki
yani, “ülkem bölünecek mi?” korkusu, “çözüm süreci” dolayısıyla
yeni bir evreye girdi. Toplumun bir kısmı tabutsuz geçen aylar nedeniyle bir
hayli rahatlamış olsa da tedirginlik içten içe sürüyor. Çözüm sürecini
yürütmekte olan iki tarafın ikircikli tutumları, süreçle ilgili devam eden
belirsizlikler ve süreçte pazarlığı yapılmakta olan konuların toplumla paylaşılmıyor
olması endişeleri besliyor.
Toplumun algıladığı şu:
Pazarlığı yürütmekte olan taraflar uzunca bir süredir, asli işle uğraşmak
yerine muazzam bir psikolojik savaş yürütüyorlar. Pazarlıkta ellerini
güçlü göstermek veya güçlü tutmak adına bir adım ileri, iki adım geri
taktikleri uyguluyorlar.
Öcalan’ın 2013 Nevruz kutlamalarında okunan
mesajıyla alenileşen süreç, hala tam anlamıyla rotasına oturmuş gibi
görünmüyor. Çünkü iki tarafın da birbirine güveni yok. Taraflar bir elle tokalaşırken,
diğer elleriyle silahlarını korumaya devam ediyorlar. Umut ve güvensizlik koyun
koyuna yaşıyor.
Çözüm
sürecinin iletişim yönetimi
Çözüm sürecinin yarattığı
en yaygın algı, silahlı mücadele günlerinin geride kaldığı algısıydı. Silah
yerine siyaset, kurşun yerine müzakere dönemi başlamıştı. Türkiye’de yaşayan
herkes ve dünya kamuoyu, siyasilerin örtülü konuşmalarından, planlı veya plansız
demeçlerinden olan biteni anlamaya çalıştı. Ama kamuoyu müzakere konularının
neler olduğunu ve müzakerelerin nasıl gittiğini hiçbir aşamada öğrenemedi. Aslında,
ortada bir müzakere mi var bir pazarlık mı, o bile net anlaşılamadı.
Bu süreçte "Akil
İnsanlar" heyetinin etkinlikleri, bu heyetin iktidar yetkilileri ile
yaptığı toplantılar ve İmralı’ya gidip gelen heyetlerle ilgili haberler dışında
profesyonel hiçbir iletişim faaliyeti yürütülmedi. Oysa ki, toplum ve son 35 yılda
evlatlarını kaybetmiş olan on binlerce acılı aile, çeşitli iletişim
yöntemleriyle sürece hazırlanabilirdi. Aileler süreçte önemsenmediği gibi, çoğu
kez çözümün önünde engel olarak görüldü.
Akılcı bir iletişim
yönetimi yerine, iki yıla yaklaşan süreçte hükümet adına konuşan farklı
sözcüler, zaman zaman farklı tellerden konuştular. Bir gün barış dili kullanan
siyasi otorite, ertesi gün savaş lafları etmekten çekinmedi. Kürt siyasi
hareketinin temsilcileri de, bazen İmralı’dan, bazen Kandil’den, bazen
Avrupa’dan, bazen de sokağın dilinden beslenerek benzeri gelgitler
sergilediler. “Çözüm süreci” denen süreç, birçok defa gidip gidip geldi.
Taraflar muhtemelen her seferinde birbirlerine aba altından sopa göstermenin işe
yaradığını düşündü. Kobani’nin IŞID çeteleri tarafından ele
geçirilme tehdidiyle karşı karşıya kaldığı Ekim başındaki günlerde ise “çözüm
süreci”, başlangıçtan bu yana en riskli sınavını geride bıraktı.
Kalpleri
kazanacak iletişim yapılmadan kalıcı çözüm olamaz
21 Mart 2013
tarihinden beri çözüm süreci bir dizi
siyasi manevra ve pazarlıklardan ibaretmiş görüntüsü veriyor. Devlet ve örgüt,
iktidar ve İmralı, AKP ve HDP arasında süregiden bir bilek güreşini
izledik aylarca. Taraflar kendi kitlelerine, kazanmakta olan tarafın kendileri
olduğunu gösterebilmek için zamanı kötü kullandı.
Geçen hafta İmralı’yı
ziyaret eden HDP heyetinin yaptığı açıklamadan, “4-5 aylık bir zamanda
çözüm veya kaos” noktasına gelineceğini duyduğumuzda tarafların pozisyonlarında
bir değişiklik olmayacağını da anlamış olduk. Yani; AKP tarafı, 2015
seçimlerine kadar zaman kazanmaya devam edecek. Öcalan ve Kürt siyaseti
ise masada kalarak meşruiyetlerini ve tabanlarını elde tutmaya devam edecek.
Ne var ki bu arada çok
önemli bir boyutun eksikliği giderek daha fazla hissediliyor: Çözüm sürecinde
kalpler ıskalanıyor. Oysa bu sürecin en önemli ihtiyacı, insanların kalbini
kazanabilmektir ve bu da ancak iletişimle mümkündür. 35 yılda evlatlarını
kaybetmiş aileler, dağılmış yuvalar, yitip gitmiş hayatlar ve kapalı kapılarının
ardında tarifsiz kederler yaşamış fertler ikna edilmeden kalıcı bir barışa
erişmek zordur. Toplumlar emir kumandayla değil, ancak ikna ile barışa razı
edilebilirler.
Fertler, uzun ve planlı
bir iletişim yönetimi ile ikna edilemezse her an her türlü rahatsızlık ortaya çıkabilir.
Gelecek ve barış öngörülebilir olmaktan çıkar. İçeride ve dışarıda farklı
ajandaları olan güçler, acıları ve acılı insanları kullanarak provokasyonlar
planlayabilirler. Bir anda, Kobani gibi ülke dışı nedenlerden dolayı yaşanan
6-7 Ekim olaylarına benzer vakalar patlak verebilir.
İşte
bu nedenle, ülkenin geleceği ve kalıcı barış için iletişim şarttır. Henüz zaman
ve fırsat varken, kalpleri kazanmayı amaçlayan bir iletişim planlaması yapılmalı
ve uygulanmalıdır. Tabii her şeyden önce, bunun son derece önemli ve zor bir
görev olduğunu, yeni yetme ve besleme şirketlere yaptırılan “kamu spotu”
sığlığındaki uygulamalarla başarılamayacağını da anlamak gerekiyor.
Radikal, 2 Aralık 2014, Twitter/necatiozkan
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder