CHP’nin
yerel seçim kampanyasında sizce eksik kalan noktalar var mıydı? Geriye dönük
olumlu/olumsuz bir kritik yapmanızı istesem neler söylersiniz?
CHP ile çalışmaya 2014 Ocak başında başladık.
İşe başlar başlamaz partiyle ilgili bir konumlandırma yapmaya karar verdik.
Çünkü partiye farklı siyasi çizgilerden katılan isimlerin varlığı
nedeniyle kamuoyunda “parti sağa mı
kayıyor” tartışması başlamıştı. ‘Türkiye’nin birleştirici gücü’ pozisyonlaması
böyle çıktı. Bu pozisyonlama ana rakiple ilgili de bir karşı pozisyonlamaydı.
Sandık başında seçmenin kararını üç etken
şekillendirir: partinin lideri, partinin kendisi, partinin programı. Her üç
boyutta da çalışmalar yaptık.
Bizim hazırladığımız orijinal reklam
kampanyası sekiz haftalıktı. Kampanyaya Şubat başı gibi başlamayı planlamıştık.
Ancak iki temel nedenden ötürü başlayamadık. Aday belirleme süreci beklenenden
daha fazla zaman aldı. Ayrıca sekiz hafta boyunca etkin bir kampanya yürütecek
finansmanın olmadığını gördük. Bu nedenle kampanya üç haftaya sıkışmış oldu.
Üç haftalık
profesyonel iletişim siyasi iletişimde ve seçmenin ikna edilmesinde çok
yetersizdir. Hele ki, Türkiye’deki sözüm ona demokrasiyi, güdümlü medya
düzenini ve devletin devlet olmaktan çıkarıldığı son dönemi düşününce daha da
yetersizdir.
Tüm bütçe kısıtlarına rağmen Nielsen ve
AdWatch verileri, kampanyamızın somut bir performans başarısına eriştiğini
gösteriyor. Örneğin AKP televizyonda bizden 6,5 kat daha fazla bütçe kullandı.
Ama onlar 5 bin GRP’ye ancak ulaşırken, biz kısıtlı bütçemizle 3 bin GRP’ye
ulaştık. Planlamamız doğruydu. Kreatiflerimiz basit ve segmente edilmişti.
Filmlerimiz olabildiğince kısaydı.
Biz ne yazık ki sinema, radyo ve açık hava
gibi mecraları bütçe yetersizliği nedeniyle kullanamadık . Ana rakibin basın
bütçesi CHP’nin bütçesinin 10 katından daha fazlaydı. Buna rağmen AKP’nin
basındaki erişim oranını yakaladık. Toplamda rakibin 1/12’si kadar bütçe
kullandığımızı anlıyoruz. Ancak Ad*Watch sonuçlarına göre, bizim filmlerimiz
AKP’nin devasa bütçeli prodüksiyonları ile aynı performansa sahip.
Öykü’nün
sloganı ‘Satmıyorsa yaratıcı değildir’. Siyasi iletişimci kimliğinizle
baktığınızda, bu mottonun bir seçim kampanyasındaki karşılığı nedir?
Çok net. Çalıştığımız parti ya da adayların
oylarının arttırılmasıdır. Ticari pazarda geçer akçe paraysa, siyasi pazarda
geçer akçe oydur. Böyle bakıldığı zaman CHP’nin kısıtlı zamanlı, kısıtlı
bütçeli kampanyası önemli sayıda seçmen artışı sağlamıştır diyebiliriz.
YSK’nın
açıkladığı kesin sonuçlara göre, CHP büyükşehir seçimlerinde % 31.05, belediye
başkanlığı seçimlerinde ise % 26,45 oy aldı. Her ne kadar Ankara ve Istanbul
alınamamış olsa da hem 2009 seçimlerini, hem de 2011 seçimlerini dikkate
aldığımızda oylarını artıran tek parti CHP olmuştur. Biz CHP Genel Merkezi’nin
kampanyasını yaptık, adayların kampanyalarını değil.
İletişimde maksimum hızı esas
alan bir nesil var. Siz bu nesil için ‘yeni seçmenler’ diyerek bu jenerasyonu
anlamayanların seçimleri kazanmasının mümkün olmadığını söylemiştiniz. Bu nesil
aynı zamanda ‘yeni tüketiciler’ mi? Aynı modelleme pazarlama dünyasında da
geçerli mi?
Pek tabii. Yeni seçmen dediğimiz 18-25 arası
kesim. Bunların bir kısmı öğrenci, bir kısmı iş hayatına yeni atılmış. Bu
seçimde ilk kez, bu seçmenlerle iletişim kurabilmesi adına, sosyal medyayı ve
dijitali çok yoğun bir şekilde kullandık. İlk kez bu seçimde CHP toplam
bütçesinin yüzde 15’ten daha fazlasını dijital kanallara ayırdı. Sonuçta şunu
gördük ki; CHP’nin oy aldığı kesimler çoğunlukla gençler ve kadınlara dönüştü.
Seçimden seçime iletişim mi,
sürekli iletişim mi? Siyasi iletişimin süreçleri nasıl olmalı?
Siyasi elitlerin ağırlıklı bölümü, profesyonel iletişimcilerle seçimden
seçime çalışmaya yatkın hala. Oysa ki profesyonel siyasi iletişim sadece seçim
zamanı yapılan bir iş olmaktan çok, tüm zamanlarda yürümesi gereken bir
süreçtir. Doğru kullanılabilirse, seçim zamanlarında bir kampanyaya bile gerek
kalmayabilir. Gerek bizde gerekse diğer demokrasilerde ortaya çıkan durum
şudur; seçmenlerin ortalama yüzde 80’i seçimlerden minimum altı ay önce
kararlarını vermiş oluyor.
O nedenle siyasi iletişimin profesyonel tarafının
doğru bir stratejiyle, aşama aşama planlanması ve proaktif olarak uygulanması
zorunlu; ki insanların kararlarının oluşması sürecinde en büyük payı
alabilesiniz. Yoksa seçime beş kala küçük dilimden pay kapmaya uğraşırsınız.
Tüm bunlara rağmen seçim kampanyaları anlamlı. Çünkü pek çok durumda kalan
yüzde 20’lik kararsız seçmen seçimlerin sonucunu belirler. O nedenle biz bu
seçimde son gün son saate kadar iletişime devam ettik.
Öykü uluslararası bir network
çatısı altında. ‘Bağımsız yaratıcılık’ vurgusu yapıyorsunuz. Bu anlamda network’ün
ne gibi faydalarını görüyorsunuz?
Bu tür yapılarda her bir reklam ajansı kendinin patronu olmaya devam
ediyor. New York’ta ya da Londra’da oturup, ne bize talimatlar veren ne de müşteriler bulan patronlarımız var. Ama
gerek know-how gerek tecrübe gerekse yetenek transferi konusunda imkânlarımız
var. Eğer bu imkânları kullanabilirseniz, kendi adınıza da network adına da iyi
işler yapabiliyorsunuz.
Biz Dialogue International’e girdikten sonra, birtakım
uluslararası projeleri çok daha kolaylıkla yönetmeye başladık. Örneğin,
Türkiye’nin turizm kampanyasını birçok ülkedeki
biz yönettik. 2008’den 2013’e kadar olan sürede Amerika’dan
İngiltere’ye, Hırvatistan’dan Rusya’ya kadar 25’e yakın ülkede kampanyalar yapabildik.
Böylesine büyük bir networkün içinde olmak, pek çok ülkede kendi
ülkenizdeymişsiniz gibi kampanya yapabilme kolaylığı sağlıyor. Network büyük
olduğu halde yapı hantallaşmadığı için verimli iş yapabiliyorsunuz, lokal pazarlarda
hızlı başarılar kazanabiliyorsunuz.
Uzun yıllar Halkbank’a hizmet
verdiniz. Gezi olaylarından sonra yollarınız ayrıldı. Halkbank’ın gidişi ajans
için ne ifade ediyor?
Halkbank bizim 8,5 yıldır hizmet verdiğimiz bir müşteriydi. Sadece
bankaya değil, bağlı şirketlerine de hizmet veriyorduk. Bu süre boyunca
neredeyse hemen her ay birkaç kreatif ajansın bankayı ziyaret ettiğinin
bilgisini alırdık. Halkbank bu süreçte, bu ajanslarla nezaket görüşmesi dışında
bir şey aramadı. Çünkü bizimle çalışmaktan mutluydu. 2012 sonunda başladığımız
Paraf kampanyası ise hem iş sonuçları hem de iletişim sonuçları itibariyle tam
bir başarı öyküsüne dönüşmüştü. Paraf kampanyası Halkbank’ı yeniledi,
gençleştirdi, çekici hale getirdi. Sonra
beklenmedik bir şekilde; profesyonel nedenlerden değil ama, siyasi nedenlerden
dolayı bankayla yollarımız ayrıldı.
Gezi Olaylarından on gün sonra Halkbank aramızdaki anlaşmayı tek
taraflı olarak feshetti. THY’nın ve başka bazı kamu reklamverenlerinin diğer
bazı ajanslarla olan sözleşmelerini iptal ettikleri gibi. Ben de bankanın o
zamanki Genel Müdürü Süleyman Aslan’ı ziyarete gittim ve fesih kararının
nedenini sordum. Aslan, Gezi sürecinde attığım birkaç tweet’in buna neden
olduğunu söyledi. Herkesin tarafını seçmesi gerekiyormuş! Türkiye’de aklın,
mantığın, profesyonelliğin kalmadığı bir dönem yaşanıyordu. Ülke vicdanını
yitirmiş, siyasi fanatizm cadı avına çıkmıştı.
Kader bakın ki, bu olaydan kısa bir süre
sonra, fesih kararını veren genel müdür evindeki ayakkabı kutusunda bulunan
paralar nedeniyle gözaltına alındı ve ardından tutuklandı.
Tuğba Dülger ile söyleşi, AdAge Türkiye, Haziran 2014
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder