Necati Özkan ve Seçim Zamanı

16 Eylül 2014 Salı

En büyük 10 ekonomiden biri olabilecek miyiz?

Neden on yıllardır yerimizde sayıp duruyoruz? Onca tantanayla, onca propagandayla geride bıraktığımız son 12 yılda, neden Türkiye’nin dünya ülkeleri sıralamasındaki yeri değişmedi? Yıllarca eleştirdiğimiz koalisyonlu yıllarda (1970’ler) Türkiye ekonomisi dünyadaki sıralaması 16 iken, bugün neden 17? Uluslararası yarışta özlediğimiz yere neden bir türlü ulaşamıyoruz? 2023 yılında dünyanın en büyük 10  ekonomisinden biri olabilmemiz nasıl mümkün olabilecek?

Türkiye ekonomisinin bugünkü toplam büyüklüğü yaklaşık olarak 800 milyar dolardır. Dünyadaki ilk 10 ekonominin arasına girebilmek için ise bu büyüklüğün en az 2 trilyon doların üzerine çıkması gerekiyor. Yani dokuz yılda 2.5 kat büyümemiz lazım ki, ilk 10 ekonomiden biri olalım.

Bir başka deyişle, 2023 hedeflerine ulaşabilmemiz için önümüzdeki 9 yılda  sırasıyla Endonezya, Güney Kore, Meksika, İspanya, Avustralya, Hindistan ve Kanada ekonomilerini geçmemiz gerekecek. Üstelik anılan ülkeler önümüzdeki 9 yıl boyunca yerlerinde saymayacaklarına göre, demek ki 2,5 kattan daha da fazla büyümek gerekecek…

Peki bu mümkün mü? Bu büyümeyi nasıl yapacağız? Hangi araç ve yöntemler olursa bu hedeflere yaklaşabiliriz?

Herşeyden önce bir konuda hemfikir olalım: Bir ülke fındık fıstık satarak dünyanın en büyük 10 ekonomisinden  biri olamaz. Hesap vermeye yanaşmayan siyasi ekiplerin yönettiği, masrafı her geçen gün artan dünyanın en pahalı devlet aygıtlarından biriyle… Plansız, hesapsız kamu harcamalarıyla… Fasoncu kafa ile üretim ve ihracaat yapan bir sanayi ile… Adil rekabeti değil kayırmayı teşvik eden  bir siyasi iradeyle… Tasarım değil taklit, inovasyon değil kopyacılıkla… gelinebilecek yer bu kadardır.

Hele ki, son 12 yıllık döneminin özendirdiği gibi sanayiden vazgeçip ağırlıklı olarak ranta ve inşaatta büyümeye dayalı bir ekonomik gidişatla!

Böyle bir gidişatla işler bir müddet yolunda gidebilir. Emlak patlamasıyla birkaç yıl iyileşen ekonomik göstergeler her tarafta iyimser hava yaratabilir. Cebine bir miktar para giren seçmenler size seçim üstüne seçim de kazandırabilir. Ama rekabetçi bir ekonomi ve global anlamda sürdürülebilir büyüme sağlanamaz. Eğitim öğretim İmam Hatipleştirilerek asla sağlanamaz.

Ülkeyi yöneten lider kim olursa olsun, iktidardaki parti ve yönetim şekli ne olursa olsun 9 yılda bu büyümenin gerçekleştirilebilmesi nereden baksanız imkansız gözüküyor. Çünkü  90 yılda ancak 800 milyar dolar seviyesine ulaşabilmiş bir ekonominin 2 trilyon doların üzerine çıkabilmesi için, yeni teknolojiler, yeni icadlar, yeni üretim tarzları yetmez. Aynı zamanda nitelikli iş gücüne, yeni yaratıcı sınıflara ve yeni pazarlara da ihtiyaç vardır.

Özetle 2023’te dünyanın en büyük 10 ekonomisinden biri olma hayali bugün için sadece bir hayaldir. İster adına “Yeni Türkiye” deyin, isterse “Yeni Osmanlı”.

Belki 2023 değil ama daha sonra, örneğin 2050’de bu hayale yaklaşmak mümkün olabilir. Ama onun için de Türkiye ekonomisinin sadece iyi yönetilmeye değil, radikal olarak altyapı değişimine de ihtiyacı vardır. Ayrıca nitelikli ve yaratıcı işgücünü teşvik ederek, özgürlükleri ve hayat tarzları ile ilgili sosyal toleransı alabildiğine yükselterek, demokratik bir toplumsal sözleşmeyi imzalayarak, ve hukuku bağımsız ve üstün kılarak Türkiye ekonomisi bu hayale yaklaşabilir. 

8 Eylül 2014, Radikal YeniAkıl köşe yazısı: http://www.radikal.com.tr/yazarlar/necati_ozkan/en_buyuk_10_ekonomiden_biri_olabilecek_miyiz-1211483

10 Ağustos Nasıl Okunmalı - 4



“GECEKONDU BAŞKANLIK" REJİMİNE DOĞRU

 “ 10 yıllık iktidar dönemimizde bizimle şu ya da bu şekilde paydaş olanlar, gelecek 10 yılda bizimle paydaş olmayacaklar. . . . geçtiğimiz 10 yıl içinde . . . özgürlük, hukuk, adalet söylemi etrafında yaptıklarımıza paydaşlar vardı.  . . . diyelim ki liberal kesimler, şu ya da bu şekilde bu süreçte bir şekilde paydaş oldular ancak . . . inşa dönemi onların arzu ettiği gibi olmayacak.”

AKP İstanbul il başkanı Aziz Babuşçu bu Nisan 2013’te bu lafları sarf ettiğinde, ne Gezi olayları olmuştu, ne de 17 ve 25 Aralık soruşturmalarının yapılabileceği düşünülebilirdi.

Babuşçu’nun sözünü ettiği “yeni inşa dönemi” aslında Türkiye’yi, Erdoğan’ın siyasi arzularına göre şekillendirmekten ibaret “Yeni Türkiye” projesiydi ama henüz kimse bunun farkında değildi. Ardından kimsenin beklemediği ve öngörmediği Gezi Olayları patlak verdi. Gezi’nin şoku atlatılamadan bu kez 17 ve 25 Aralık olayları cereyan etti.

30 MART VE 10 AĞUSTOS KAMPANYALARININ ARKA PLANI

AKP’nin devasa kaynaklara sahip olan propaganda makinası 10 yılı aşkın bir süredir zaten kutuplaştırıcı bir dil kullanmayı tercih ediyordu. Bu dil geçen yıl tam bir savaş diline çevrildi. Çünkü kendi kendine bir efsane yaratan, her şeye hazır ve muktedir olduğu algısını sürekli pompalayan AKP kampanya makinası, demokratik ve sivil bir refleks olan Gezi Olaylarını anlayamadı. Gezi’deki özgürlük, çeşitlilik ve gözü karalıktan korktu. Anlayamadığı ve korktuğu için de ülkede “örtülü bir savaş hali” varmış algısı yaratmaya odaklandı.

17 ve 25 Aralık soruşturmaları ise AKP yönetimi ve propaganda makinası için bir başka öngörülemez ve hesaplanamaz şok durumuydu. Kimsenin tahmin edemeyeceği ölçek ve derinlikteki yolsuzluklar fotoğrafı belirince, AKP propaganda makinası için tek seçenek kalıyordu: Ortaya çıkan kirli fotoğrafı tartışmaya bile açtırmamak! Ve tüm cephelerde sonuna kadar savaşmak!

BİR MOTİVASYON ARACI OLARAK “KORKU”

Böylelikle savaş başlatıldı. 

Düşmanlar kimlerdi: “Eski Türkiye” olarak tanımlanan tüm demokratik çevreler. CHP, MHP, BDP... Rejimin tüm müesses kurumları; güçler ayrılığı prensibi, parlamenter demokratik sistem, yargı, emniyet... Gezi ve Gezi ile ilişkili olduğu düşünülen tüm çevreler... Gençler, iş dünyası, gazeteciler, medya kuruluşları... Yabancı ülkeler... İsrail, ABD, AB, Suriye, Irak, İran, Merkel, Esad, Sisi, Maliki... Dış basın; Amerikan TV ve gazeteleri, Alman basını... Ve tabi ki yeni ve en tehlikeli düşman olarak “Paralel yapı” ve onun ülke içindeki ekonomik ve kültürel uzantıları...

Savaşın seçmene anlatılacak ana fikri şöyle tanımlandı: “İçerdeki ve dışardaki açık ve gizli bu düşmanlar, ülkemizin muazzam yükselişini durdurmak istiyorlar. Yeni Osmanlı hayalimizi yıkmak istiyorlar. Halkın iktidarını sivil darbe dahil çeşitli fitne ve yöntemlerle alaşağı etmek istiyorlar. Eğer bu düşmanlar başarılı olursa, senin için bir gelecek kalmaz!”

Peki ama her cephede girilen bu savaş nasıl kazanılacaktı? Tabi ki bir savaş kabinesiyle. Tabi ki savaş iletişimiyle. Ve tabi ki propaganda makinasının en asli elemanları olan medyanın yardımıyla. Artık liberaller ile iş tutma imkanı kalmadığından en militan, en savaşçı ve en fütursuz elemanlara medyada payeler dağıtıldı.

Bu bağlamda, Gezi’den sonra işten atılan, istifa ettirilen gazetecilerin kimler olduğu kadar hangi medya kuruluşlarının neden ve ne şekilde el değiştirdiği, hangi gazete ve TV’lerin başına kimlerin getirildiği çok önemlidir. Bu detaylar bir başka yazının konusu olabileceği için şimdilik sadece değiniyoruz.

ÖNEMLİ BİR “YENİDEN KONUMLAMA” BAŞARISI

Erdoğan için yıllarca itinayla inşa edilen “demokrat, özgürlükçü ve ilerlemeci dünya lideri” algısı, Gezi ve 17 Aralık sonrası çökmüştü. Ortaya her türlü anomali sergilemeye hazır otoriter, kutuplaştırıcı ve intikamcı bir siyasi figür algısı belirmişti. İşte bu ortamda Erdoğan’ın algısının restorasyonu için bir yeniden pozisyonlama yapıldı. Erdoğan’ın ortaya çıkan olumsuz algısı “Sağlam İrade” imajı ile yeniden paketlendi.

Ardından Erdoğan, kendisine ve ülkeye yönelik komplolara, darbe teşebbüslerine, iç ve dış güçlere karşı savaşan bir büyük kahraman olarak konumlandırıldı. Bu konumun ikna ediciliği için, “Sivil darbe” gibi akla ziyan kavramlar, “Eski Türkiye” gibi algılar ve “Paralel Yapı” yeni düşmanlar üretildi.

Mesele bu yeniden konumlamanın ve kavramların satıp satmayacağıydı. Gerek 30 Mart Yerel Seçim kampanyası ve gerekse 10 Ağustos Cumhurbaşkanlığı kampanyasının özü bu konumlamayı pazarlamaktan ibaret oldu.

Dünyadaki seçimler tarihini ve demokratik mücadelelerin arka planını bilenler farkındadır; anormal durumlarda anormal toplumsal psikolojiler ortaya çıkar. Yarına ilişkin endişe, iç veya dış tehdit, neslin, soyun, ülkenin geleceğine ait korkular, seçmenler için “umuttan” bile daha güçlü motivasyon araçlarıdır.


SAVAŞ İLETİŞİMİ

Peki Türkiye’de savaş var mı? Ne zamandan beri bu ülke bir Darülharp diyarı olarak olarak görülüyor? Ne tür bir savaştan bahsediyoruz?

Çok şükür bir savaşın içinde değiliz. Ama ortada gerçek bir savaş yoksa, büyük bir kahraman olabilmek te kolay değildir. Bunun için savaş hali algısını yaratacak propagandayı üretmek zorundasınız. AKP’nin ve Erdoğan’ın 30 Mart ve 10 Ağustos kampanyaları bu ana eksen doğrultusunda hazırlandı ve uygulandı. 

Dombra Şarkısı,  gizli ve karanlık bir elin indirdiği bayrağı halkın göndere yeniden çektiği “Bayrak” filmi ve “Fors” filmi, bu ana eksen doğrultusunda hazırlandı. Bununla birlikte, her iki seçimde de umut duygularını harekete geçirecek projeler de kullanıldı. Ama önceki seçim kampanyalarıyla kıyaslandığında projelerde bir yenilik bulmak mümkün değildi.


10 AĞUSTOS’UN EN KAPSAMLI KAMPANYASI

Tüm anlattıklarımıza ilave olarak, Erdoğan’ın 10 Ağustos kampanyası rakipleriyle kıyaslandığında en etkili kampanyaydı. 12 yıldır kendisine hizmet eden Erol Olçok, bu seçimde de etkisini gösterdi. Kampanya logosundan seçim bildirgesine kadar lansmandaki gücüyle devam etti. TV, basın, outdoor ve dijital mecralar Erdoğan kampanyası tarafından domine edildi. Rakiplere nazaran daha fazla miting yapıldı, seçmene dokunuldu.

Her ne kadar kampanyanın detaylarında profesyonel açısından eleştirilecek pek çok nokta olsa da, medya kullanımı o denli yaygındı ki, bu tür problemler önemsiz kaldı. Erdoğan ve ekibi, seçmenin korkularını ve umutlarını harekete geçirerek bir büyük mücadeleyi kazandılar. Erdoğan halk oyuyla seçilmiş 12. Cumhurbaşkanı oldu.

Bununla birlikte 10 Ağustos’ta elde edilebilen % 51, 7’lik seçmen desteği, Erdoğan ve ekibin için ancak buruk bir sevinç oldu.


Erdoğan’ın kampanyasını siyasi iletişimci gözünden anlatan bu yazımızla, Cumhurbaşkanlığı süreci ile ilgili analizlerimizi sonlandırmış oluyoruz. Yeni ve başka konulardaki yazılarda görüşebilmek dileğiyle.

10 Ağustos Nasıl Okunmalı - 3


Dimyat’a pirince giderken evdeki bulgurdan olmak!

Seçim kampanyanızın başarıya ulaşabilmesi için işin başında kendi tabanınızı korumanız şarttır. Eğer lehinize güçlü bir destekçi tabanı varsa önce onları elinizde tuttuğunuzdan emin olup, ondan sonra başka oyların peşine düşmelisiniz. Çünkü sizi desteklemeye en yakın seçmen kitleleri arasında oy oranınızı arttırmak, rakip çevrelerden aynı oranda oy elde etmekten çok daha kolaydır. Eğer sizi destekleyen seçmen tabanını çantada keklik sayarsanız felaket kaçınılmaz olur.

10 Ağustos’a giden süreçte Ekmeleddin İhsanoğlu cephesinde yaşanan durum özetle budur.

Ülkenin geleceği adına üstlenilen büyük risk

Cumhurbaşkanlığı yarışı başladığında hiç kimse muhalefet kanadında bir uzlaşmanın başarılabileceğine inanmıyordu. Ama CHP lideri Kemal Kılıçdaroğlu çeşitli parti ve STK’larla yaptığı onlarca görüşmenin ardından çok büyük bir risk üstlenerek Ekmeleddin İhsanoğlu’nu MHP lideri Devlet Bahçeli’ye önerdi. Pek çok konuda birbirinin anti tezi konumundaki bu iki köklü partinin bir araya gelerek İhsanoğlu ismi etrafında birleştiklerini ilan etmeleri, ülke tarihinde benzeri görülmemiş bir uzlaşmayı da beraberinde getirdi. (CHP’nin İhsanoğlu’nu neden aday gösterdiği ile ilgili yazımız için lütfen 11 Temmuz tarihli yazımıza bakınız.)

Milliyetçi, muhafazakar, sağcı, dinci, sosyal demokrat, sosyalist kimlikli partilere ve hatta henüz kurulan Kadın Partisi’ne  kadar siyasi yelpazenin hemen her rengini temsil eden 14 siyasi parti bir çeşit “Demokrasi İttifakı” kurdular ve İhsanoğlu’nu desteklediklerini ardı ardına açıkladılar.

Bu partileri bir araya getiren ana neden İhsanoğlu’nun güçlü kişiliği, seçmen nezdindeki bilinirliği, liderlik gücü veya karizması değildi. Ülkenin ve demokrasinin geleceği hakkında kendi tabanlarının hissettiği yaygın endişelerdi. İhsanoğlu etkili ve ikna edici bir kampanya süreci ile yarışı kazanabilirse, Cumhurbaşkanlığı da ülke çapındaki tehlikeli kutuplaşmayı bertaraf edecek bir denge makamı haline gelebilirdi.

Tabandaki bölünmenin ciddiyeti algılanmadı

İhsanoğlu’nun adı ilk açıklandığında, kendisini destekleyen partilerin tabanlarında çok ciddi bölünmeler olabileceği anlaşıldı. Özellikle CHP seçmenlerinin İhsanoğlu ismine duyduğu alerji için önlem alınması gerekirdi. MHP tabanının bir kısmının ise İhsanoğlu’nu yeterince milli bulmadığı anlaşılıyordu. İhsanoğlu’nu öneren iki partinin ikisinde birden çatlak vardı.

Özetle, tatsız bir başlangıç yapılmıştı. İhsanoğlu kampanyasının profesyonel tarafının bu tatsızlıkları giderecek şekilde planlanması gerekirdi. Ama olmadı. Evdeki hesap çarşıya uymadı. ( Grafik-1 )


Heba edilen tarihi fırsat

Bir seçim kampanyasında başarı elde etmenin temel şartı konumlandırma, strateji ve ana mesajda hata yapmamaktır. İhsanoğlu’nun kampanyası bu açılardan önemli sorunlar barındırıyordu ve bu durum ilk günden itibaren kampanyayı etkisizleştirdi.

Adaya dair net ve siyasi açıdan anlamlı, etkili bir konumlandırma yoktu. Kampanyanın bir stratejisi yoktu. Ana mesajı ise evlere şenlik düzeydeydi. Siyasi iletişim tarihinin en absürd sloganları arasında kendisine müstesna bir yer bulacağı kesin olan “Ekmek için Ekmeleddin” sloganı trajik şekilde İhsanoğlu’nun söylemlerine ve kendisini destekleyen partilerin temel pozisyonlarına da aykırıydı.

Cumhurbaşkanlığı makamının icranın başı olacağını doğrudan söyleyen bu slogan adayın ilk günden kendi ayaklarına kurşun sıkması anlamına geliyordu. 

Mesajın açık ve net olması sağlanamadı

Eğer bir kampanyanın sonunda seçmenler hâlâ adayın kendilerine ne söylemeye çalıştığını anlayamıyorsa bu seçmenlerin değil adayın hatasıdır.

İhsanoğlu kampanyasında doğru bir strateji olmadığı gibi, hedef seçmen gruplarına ya da bir bütün olarak seçmenlere iletilecek etkili mesaj ya da mesajlar da belirlenememişti. Ortada mesaj gibi duran sloganlar, herkes tarafından anlaşılacak kadar açık ve net değildi. 

“Ekmek için Ekmeleddin” sloganı tepkiyle karşılanınca bu kez aynı sloganın, “sevgiyi, saygıyı ekmek” versiyonlarının üzerine gidildi. Ama bu versiyon ekin tarlaları içinde çekilen görüntülerle birleşince ne denmeye çalışıldığı yine anlaşılamadı. Dahası bu yol o kadar dolambaçlı bir yoldu ki sonuçta İhsanoğlu, Cumhurbaşkanlığı makamında parlamenter demokrasiden yana bir tavrının olacağını dahi ifade edememiş oldu.

Kampanyanın son haftası yayına verilen “Türk milleti seninle gurur duyuyor” şeklindeki sloganın nedeni ve rasyoneli ise hiç anlaşılmadı. Özetle İhsanoğlu kampanyası seçmenle anlamlı bir iletişim kuramadı, ikna etmenin yanına bile yaklaşamadı.  ( Grafik-2 )


Ne söyleyecek sözü vardı ne heyecan yaratabildi

Ekmeleddin İhsanoğlu’nun TV programlarındaki performansı, toplamda söyleyecek yeni ve etkileyici sözünün olmadığının ortaya çıkması 10 Ağustos’ta ortaya çıkacak sonucun ipuçlarıydı.

CHP seçmen tabanında İhsanoğlu’na karşı hissedilen alerji duygusunun bir bölümü, CHP liderinin ve örgütünün bir ayı bulan saha kampanyasının sonucu olarak aşıldı ama, Erdoğan kampanyasının etkisiyle MHP seçmenindeki kopuş derinleşti. İhsanoğlu’nun politik dilinin ve kişisel enerjisinin rakiplere kıyasla zayıflığı, iletişim kampanyasının amatörlükleriyle birleşince, CHP lideri Kılıçdaroğlu’nun büyük risk alarak yarattığı tarihi fırsatın kaçırılacağı netleşti. ( Grafik-3 )


İhsanoğlu’nun en önemli avantajı olan, tüm siyasi partilere eşit uzaklıkta ve gündelik siyasetin dışındaki duruşunun önemi bile seçmene anlatılamadı; bu duruşun içerdiği fırsattan yararlanılamadı. Kampanya, İhsanoğlu’nun bu duruşunu “sevgiyi, saygıyı ekmek” gibi alabildiğine naif ve apolitik bir konuma tercüme ederek bir kez daha kendi ayaklarına ateş etti. Oysa İhsanoğlu’nun bu duruşu güçlü bir siyasi pozisyon olarak konumlanmaya son derece elverişliydi; yapılamadı.

Neticede ne  MHP ve CHP tabanında, ne Gezi dahil gençlik kuşağında ve ne de kadın seçmenler arasında yeterli heyecan ve motivasyon yaratılamadı. Dolayısıyla da, 5 milyona yakın seçmen sandık başına gitmek için yeterli bir neden bulamadı.

10 Ağustos Nasıl Okunmalı- 2


Demirtaş başardı çünkü “Etnisite Gömleğini” çıkardı.

10 Ağustos’ta sonuçlanan Türkiye’nin seçmen katılımlı ilk cumhurbaşkanlığı seçim yarışında, neredeyse tüm analistlerin ve yorumcuların müttefik olduğu tek konu, Demirtaş’ın bu seçimlerin diğer kazananı olduğu inancıdır.
Yarışı üçüncü ve sonuncu olarak bitirdiği halde neden böyle düşünüyoruz? Neden hepimizin zihninde Demirtaş’ın alabildiği % 9,8’lik oy oranı, İhsanoğlu’nun aldığı % 38,44’lük oy oranından daha büyük başarıymış gibi bir etki yaratıyor?

Kampanyasının finansman yoksunluğu veya bizzat kendisini yarışan en gariban, en az varlıklı aday olduğunun ortaya çıkması mı vicdanlarımızı etkiliyor? Yoksa daha derinde bir başka neden mi var?

Demokratik Kürt Siyasi Mücadesi, 40 yıllık stratejini değiştiriyor

Siyaseti ve demokrasi mücadelelerinin dünya uygulamalarını takip edenler iyi bilir. Herhangi bir etnik konu bir partinin tek ve hakim konusu olduğu zaman o parti için bir gelecek yoktur. Etnisite konusu o partiye seçim üstüne seçim kaybettirir. Partiye ait bu imaj, demokratik hayatta varlığını sürdürdüğü sürece o partiye yapışır kalır. Netice de parti bir azınlık partisine dönüşür veya zamanla yok olur gider.

Türkiye’deki Kürt siyasi hareketinin demokratik tarafının 30 yıllık geçmişini; açılan kapanan- kapatılan- adı değiştirilen bütün partilerini gözünüzün önüne getirin; ne demek istediğimizi daha net anlarsınız.

Geçen yılın sonuna kadar BDP çatısı altında varlığını sürdüren demokratik Kürt siyasi hareketi, 2014’e yaklaşırken yeni bir parti daha inşa etmeye (HDP) başladığında, nedeni kamu oyunda pek anlaşılamamıştı. 30 Mart Yerel Seçimlerine doğuda BDP, batıda HDP şemsiyesi ile seçimlere girilmesi de kafaları iyice karıştırmıştı. Zaten çok küçük bir toplumsal destek söz konusu iken, bu destek neden iki partiye bölünüyordu. Bu çabanın ana nedeni ilk paragrafta anlattığımız rasyoneldi.

Dünya demokrasi tarihinde, etnisite siyasetinin sandıktan zafer çıktığı tek bir bile örnek yoktu. Benzer biçimde 30 yılı aşkın bir süre, Türkiye’deki en dinamik siyasi kadroları bünyesinde barındıran Kürt siyaseti de, hep %4,5 -%6 bandında kalmıştı. Koşullar ve rakip partilerin durumu ne olursa olsun, Kürt siyasi partileri % 6’nın üstü bir türlü çıkamamıştı. O halde strateji değiştirilmeliydi.

HDP ve Demirtaş Kürt siyasi hareketini yeniden konumladı

Pazarlamada ve siyasi pazarlamada, konumlama işin esasıdır. Eğer bir partiyi, lideri veya adayı doğru konumlarsanız, gerisi çok kolay gelir. Mesajda veya uygulamada taktik hatalar yapsanız bile kazanırsınız. Konumlamanız yanlışsa, ne yaparsanız yapın kaybedersiniz. Eğer seçmen zihninde yıllara sari netleşmiş bir algı ve konumlama probleminiz varsa, yapacağınız tek şey kendinizi yeniden konumlandırmaktır. Başka türlü kazanma imkanınız yoktur.

İşte, 10 Ağustos kampanyasında Demirtaş cephesinde gördüğümüz şey budur. Selahattin Demirtaş ve Kürt siyaseti, 1 ay kadar bir süre içinde kendini yeniden konumlayarak başarmıştır. Onlarca yıldır Kürt siyasetinin içinde mücadele eden ve “Kürtçü” olarak algılanan Demirtaş, bu seçimlerde “Etnisite Gömleğini” çıkarmış ve kitleselleşme yolunda büyük bir başarı elde etmiştir.

Gerisi teferruattır

Yarışan 3 aday içerisinde en genç olanı Demirtaş’tı. Canlı yayınlarda ve mitinglerde en esprili dili kullanan, en samimi görünen, en kendi gibi olmayı başaran da yine oydu. Bu özelliklerin seçmen tercihinde etkisi mutlaka olmuştur.

Keza “Yeni Yaşam Çağrısı”, “Radikal Demokrasi” gibi söylemlerin de bir katkısı olmuştur. Veya kendisi için üretilen “Bir Cumhurbaşkanı düşünün, bağlamadan başka bir şey çalmıyor” gibi esprili sloganların da bu süreçte yansımaları olmuştur. Ama bunların hepsi taktik teferruatlardır.


Dünkü yazımızda da net olarak gösterdiğimiz gibi, Demirtaş medyada en az yer verilen adaydı. TV kanallarında ve gazetelerde Başbakan Erdoğan’a ayrılan sürenin ve sütun santimin neredeyse 20’de biri kadar bir yer ayrıldığı halde ve başbakanın kampanyasının 50’de biri kadar bir finansmanı ancak toplayabildiği halde, Demirtaş bir ay içerisinde oy oranını % 6’dan %9.8’e çıkardı. Bir diğer ifadeyle 40 yıllık Kürt demokratik mücadelesinin kaznabildiği en yüksek oy oranını bir ayda % 163 artırdı.

Demirtaş’ın aldığı oyların derinlemesine analizi yapıldığında “yeniden konumlama stratejisinin” tamamiyle tutmuş olduğu görülür. MHP’den bile oy alabilme başarısı, Demirtaş’ın ve HDP’nin yeniden konumlama yoluyla Türkiyelileştiğinin en somut göstergesidir.

Demirtaş, doğru bir stratejiyle, söyleyecek sözü olmanın gücünü birleştirerek algılarımızı değiştirdi. Üzerinde sinmiş olan etnisite gömleği, gözümüzde eski görünürlüğünü yitirdi. Böylece seçmen onu artık daha çok kendinden görmeye başladı.

Bu başarı konumlama nedir bilmeden iş yapan tüm siyasilere ve sadece etnisiteye takılı kalmayı tercih eden diğer Kürt siyasi sözcülerine ders olmalıdır.

14 Ağustos 2014, Radikal YeniAkıl köşe yazısı: http://www.radikal.com.tr/yazarlar/necati_ozkan/10_agustos_nasil_okunmali___2-1206708